Atatürk İlkeleri Hakkında Bilgi
Sakin, Serdar, “Atatürk İlkeleri”, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi (Editörler: Şakir Batmaz, Serdar Sakin), Hükümdar Yayınları, İstanbul, 2012, ss. 291-309.
ATATÜRK İLKELERİ*
11.1.Atatürk İlkelerine Genel Bir Bakış
Atatürk İlkeleri olarak bilinen Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Lâiklik ve İnkılâpçılık, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 Kongresi’nde parti programı olarak yer almıştır. Program içerisinde partinin vasıfları olarak bu ilkelere yer verilmiştir. Bu cümleden olmak üzere vasıflar özetle şöyle belirtilmiştir:
“Cumhuriyetin, milli egemenlik ülküsünü en iyi, en sağlam şekilde temsil eden ve uygulayan devlet şekli olduğuna inanırız. Partimiz Türk milletini dil, kültür, ülkü ve tarih birliği ile saadet ve felaket ortaklığına inanmak, ortak yurt sevgisi taşımak gibi tabii ve ruhî bağlarla birbirine bağlı yurttaşların kurduğu sosyal ve siyasal bir bütün olarak kabul eder. Halkçılık, partimizi adlandıran bir vasfımızdır. Halktan olarak, halk için çalışır ve halkın faydasını her faydanın üstünde tutarız. Devletçiliğimiz, milli ekonomimizi bir bütün olarak kısa zamanda geliştirmek yoluyla milletimizin yaşama şartlarını dünyanın bugünkü gereklerine uygun ve üstün bir seviyeye ulaştırmak amacından doğmuştur. Milli ekonominin her kolunu, birbirini tamamlayıcı surette ileri teknik araçlarla cihazlandırıp milli çalışmaların verimini artırmayı ve milli sermayenin yurt ekonomisine yararlı alanlarda çalışmasını sağlamayı gerekli sayar. Partimiz devlet idaresinde bütün kanunların, nizamların ve usullerin, çağdaş medeniyete, ilim ve fenlerin temin ettiği esas ve şekillere ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılmasını ve tatbik edilmesini din fikirlerinin devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutulmasını milletimizin her yönden ilerleyip yükselmesinde başlıca başarı etkeni sayar. Partimiz inkılâpçılığı memleketimizde geri kalmış hayat düzeninin tasfiyesi ve yerine ileri medeniyet kurumlarının konması manasına alır. Bugüne kadar başarılan inkılâp eserlerini ihtimamla koruyacak ve geliştireceğiz[1]”.
Bir parti programı olarak ifade edilen bu ilkeler, 5 Şubat 1937 tarihinde bir anayasa maddesi olmuş ve devletin temel ilkeleri haline gelmiştir. Bu ilkeler aşağıda daha ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir.
11.2.Cumhuriyetçilik
Türk İnkılâbında cumhuriyetçilik ana ilke, esas değerdir. Cumhuriyetçiliğin özünde, devletin yönetim şekli olarak demokratik cumhuriyetin bir fazilet rejimi olduğunu benimsemek vardır[2]. Yine Atatürk demokrasisi, egemenliğin millette olduğunu, başka yerde olamayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi ilkesi, siyasî kuvvetin, egemenliğin kaynağına ve meşruiyetine temas etmektedir. Demokrasinin tam ve en belirgin hükümet şekli de cumhuriyet’tir[3].
Cumhuriyet kelimesi, Arapça’da halk, ahali, büyük kalabalık anlamına gelen “cumhur” kelimesinden gelmektedir. Kavram olarak baktığımızda ise cumhuriyetten; milletin, egemenliği kendi elinde tutuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği temsilciler yani milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet şekli anlaşılır[4]. Cumhur ve Cumhuriyet kelimelerinin kavram olarak daha ayrıntılı anlamları için 8. Bölüm’de yer alan Cumhuriyet’in İlanı ve Oluşan Tepkiler başlığına bakabilirsiniz.
Çağdaşlaşmış olmanın ölçütü ilk önce bir ulus-devletin belirli kamu kuruluşlarının kurulmuş bulunması ve ikinci olarak da siyasal yaşamda ulusçuluk olayının bilinçli nitelikte belirmiş olması ve ulusal kimlik bilincine varılmasıdır[5]. Tarihsel gelişme süreci hatırlandığı takdirde, bu ilkenin ideolojik bütünün zirvesinde bulunması gerektiği kolaylıkla anlaşılabilir. Zira ulusal egemenlik ilkesinin ideolojik sırada baş yeri işgal etmesi uzun bir tarihsel oluşun ürünüdür. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu içinde milletlerini en son olarak vücuda getirenler Türkler olmuştur[6].
Atatürk, muhakkak ki, gençliğinden beri cumhuriyet fikrine yatkın bir kimse idi. Hazırlık yıllarında bu konuyu sık sık düşünmüş ve Türk milletinin mutlaka cumhuriyet idaresine kavuşacağını söylemekten çekinmemiştir[7]. Atatürk bilerek ve isteyerek millet egemenliğine yönelmiştir. Daha 22 Mayıs 1919’da Samsun’dan Sadaret’e (Başbakanlığa) gönderdiği raporda, “Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türk Milliyetçiliğini kabul etmiştir” şeklindeki açıklaması, Atatürk’ün millet davasında milli egemenliğe verdiği değeri ifade etmektedir[8]. Bu yoldaki en açık mesajı Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri kararlarında görmekteyiz[9].Millî Mücadele boyunca millî hâkimiyet ilkesinin halka anlatılarak benimsetilmesi sonucunda halkın aydınlanarak seçimi benimsemeye başlaması ve nihayet meclisin açılması ve Cumhuriyetin kurulmasıyla başarıya ulaşmıştır[10].
Kemal Atatürk’ün Afet İnan’a yazdırdığı Medeni Bilgiler kitabında cumhuriyet şu şekilde anlatılmıştır: “Cumhuriyette son söz, millet tarafından seçilmiş meclistedir. Millet adına her türlü kanunları o yapar. Hükümete güven duyar veya onu düşürür. Millet, vekillerinden memnun olmazsa (belirli zamanlar sonunda) başkalarını seçer. Millet, egemenliğini, devlet yönetimine katılmayı, ancak zamanında oyunu kullanmakla sağlar. Cumhuriyette hükümet herhangi bir yöntemle sınırlı bir zaman için seçilmiş bir Cumhurbaşkanına bırakılır. Başbakanı o gösterir. Hükümet kurulunu oluşturacak bakanları başbakan milletvekillerinden seçer[11]”. Egemenliğin millete ait olması konusunda da Atatürk şunları dile getirmiştir: “Egemenlik mutlaka milletin elinde olmalıdır! Egemenliğe sahip olmayan bir insan veya bir toplum, hiçbir vakit iradesini kullanamaz. Egemenliğini herhangi birisine bırakan bir insan, kendi iradesinin kullanılacağından veya uygulanacağından emin olamaz. Şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felâketler, kendi kader ve mukadderatını, başka birisinin eline terk etmesinden kaynaklanmıştır[12]”.
Atatürkçülük siyasal yönetim biçimi olarak Cumhuriyet’i benimser, Türkiye için yasal olarak tanıdığı tek yönetim biçimi Cumhuriyet’tir. Bu doğaldır. Çünkü Atatürkçülükte kamu yararı, halkın kayıtsız şartsız egemenliği ön plandadır. Bir başka deyimle, Atatürkçü düşünce sistemi cumhuriyetçidir. Cumhuriyet siyasal yönetim biçiminin uluslaşması, halklaşmasıdır[13]. Atatürk’ün en büyük ve önemli kararı; Millî Hâkimiyete dayalı yeni bir Türk Devleti kurmak kararı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün hem ebedî, hem de en büyük eseridir. Cumhuriyetin onuncu yılını kutlarken “az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir[14]” sözleriyle de bunu belirtmiştir.
Nihayet Atatürk’ün Cumhuriyeti, barışçı, insancıl nitelikleri ile insan kişiliğine değer veren yönü ile geleceğin örnek siyasi rejimi olmuştur. Çünkü cumhuriyet ırk, din, dil ve cinsiyet farkı gözetmeksizin, bütün vatandaşların paylaştıkları ve yararlandıkları siyasi rejimin adı olmuştur. Eşitlik ilkesi, herkesin kanun önünde eşitliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir özelliğini teşkil etmiştir[15]. Söz konusu eşitlik vatandaşlara bir imkân da sağlar. Bu imkân; çalıştığı takdirde Isparta’nın bir köyünden çıkan (Süleyman Demirel) ya da Kayseri’de doğan (Abdullah Gül) bir Anadolu çocuğunu Cumhuriyetin en üst makamına (Cumhurbaşkanlığına) çıkarabilen bir imkândır.
11.3.Milliyetçilik
Ebedi Türk devletinin son halkasını teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini belirleyen ve Atatürk ilkeleri adını verdiğimiz ilkelerden biri, belki de en önemlisi milliyetçiliktir[16]. Milliyetçilik, Türk İnkılâbının bir temel ilkesi olduğu kadar, Türk Milletinin kaderini tayin eden bir temel ilke, bir yüce ülkü, milleti huzur ve refaha yönelten en güçlü bir bağdır[17].
Milliyetçilik dendiği zaman akla öncelikle millet kavramının açıklamasını yapmak akla gelir. Bu düzlemde millet kelimesi çağımızda Fransızca “nation” kelimesi karşılığı kullanılmıştır. Aynı kelime İngilizce ve Almanca’da da kullanılmaktadır. Kelimenin anlamı “aynı kökten aynı soydan gelme” demektir[18]. Atatürk’ün yazdırdığı Medeni Bilgiler kitabında milletin tarifi şöyle yapılmıştır; “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir birliktir[19]”. Atatürk Türk Milliyetçiliğini ise şöyle açıklamıştır: “Türkiye Cumhuriyeti sınırları dâhilinde yaşayan, Türk dili ile konuşan Türk kültürü ile yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş, hangi din ve mezhepten olursa olsun Türk’tür, Türk Milliyetçisidir”[20].
Atatürk en büyük bir Türk milliyetçisi olarak millet gerçeğine özenle eğilerek, ona yeni bir anlam ve yön vermiş, milliyetçiliğe yeni ruh ve espri kazandırmıştır. Atatürkçü milliyetçiliğin değerlendirilmesinde en büyük faktör Türklüktür. Atatürk, Türklük değerini tarihin içinden çıkarmış, onu adeta abideleştirmiştir[21]. Atatürk, Türklüğü ile iftihar eden ve milletinin varlığındaki asil cevhere inanan müstesna bir şahsiyet idi. Bu hususta kendisinin ve yakınlarının söylediği pek çok şeyler vardır. Bunların içinde herkesçe bilinen şu sözler, bilhassa hatırlanmaya değer: “Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir”. “Ne mutlu Türküm diyene”[22]. Ancak buradaki Türklükten maksat ırkçılık değildir. Zira 22 Mayıs 1919’da yazdığı raporda millî birlik, millî egemenlik ve Türk duygusunu amaç edinmiştir[23]. Türk milletine karşı duyduğu engin sevgi ve güvendir ki, fevkalâde kötü şartlara rağmen, onu, Türk milletinin istiklâli için mücadele bayrağı açmaya sevk etmiştir[24]. Bu konuyu aşağıda ayrıntılarıyla tekrar irdeleyeceğiz.
Tekrar milliyetçilik ilkesine gelirsek Atatürk’e göre; milliyetçilik, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası ilişkilerde, çağdaş milletlere paralel ve onlarla uyum içinde yürümeyi zorunlu kıldığı gibi, Türk toplumunun özel karakterlerinin ve başlı başına bağımsız kimliğinin korunmasını da gerektirmektedir[25]. Yine Atatürk’ün ifadesiyle “Asrî olan milliyet prensibi milletler arası genelleşmiştir. Biz de Türklüğümüzü muhafaza etmek için gayetle itina edeceğiz. Türkler medeniyette asildirler”[26]. Milliyetçilik, millet hayatında sonsuz bir güç kaynağpıdır. Nitekim Atatürk’ün günlük yaşantısından irili ufaklı yurt gezilerine, çeşitli yer ve zamanlardaki sohbetlerinden nutuklarına kadar milliyetçilik hâkim unsurdur. Çok defa; milli ruh, milli şuur, milli ahlâk, milli ekonomi deyimlerini ruh, mana ve hareket olarak kullanmıştır. Milli vicdanın üzerine titremiştir. Milli hâkimiyet, milli güç iliklerine kadar işleyen güçlü varlıklardır[27].
Milliyetçilik, her şeyden önce milletin ortak amaçlarına hitap eden bir anlayışı temsil eder. Millî devletin kurulup, gelişmesini sağlamak da temel fonksiyonlarından birisidir[28]. Milli devlet, Atatürk milliyetçiliğinin sembolü olmuştur. Meşrutiyet yıllarındaki milliyetçi akımlardan farklı, ırkçı, Turancı, teokratik, beynelmilelci (komünist) unsurlara dayanmamış, bunları kesinlikle reddetmiş oluşudur[29]. Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, Türk Milletinin birliği ile beraberliğine yer ve değer vermekte, birleştirici ve toplayıcı bir nitelik taşımaktadır[30]. Bu anlayış Türk milleti gerçeğinden hareket eder ve ona dayanır. Milli birliğin temeli milliyetçiliktir. “19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığım vakit, benim elimde maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız milletimin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu kuvvete ve Türk milletine dayanarak işe başladım” sözleri de yukarıdaki ifadeleri doğrulamaktadır[31].
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışının bir diğer yönü, hürriyete ve insan şahsiyetine değer verip, eşitlik fikrine dayanır olmasıdır. Bu anlayışta bağımsızlık ve birleştiricilik vardır. Ayrıca milliyetçiliği reddeden fikirlere ve toplumda sınıf ayrımına karşıdır, Lâik, insanî, barışçı olmak gibi özelliklere sahiptir[32]. Atatürk’e göre milliyet meselesi; kişisel ve müşterek hürriyet meselesidir. Bu hürriyet ise sosyal ve medenî insan hürriyetidir. Bu sebepledir ki Atatürkçülükte milliyet, hiçbir art düşünceye dayanmaz. Ne kafatasçılığa yer verir ne de üstün ırk düşüncesine dayanır. Bu açıdan Atatürk milliyetçiliği, örnek bir milliyetçiliktir. Saygılı ve insancıl olup gurura ve bencilliğe yer vermez. İnsanlık dünyasına hizmeti şeref bilir. Hak ve hukuka saygılıdır[33].
Önemle ifade etmek gerekir ki 1 Mayıs 1920 tarihli konuşmasında da Mustafa Kemal, Türk milletini teşkil eden Müslüman XE “Müslüman” öğeler hakkında Burada maksut olan ve yüce Meclisinizi oluşturan kişiler yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt XE “Kürt” değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep İslam unsurlarıdır, samimi bir topluluktur[34] ifadeleriyle Türkiye içerisinde oynanan ve bugün de devam etmekte olan bölücü ve ayrılıkçı hareketlere bir set çekme anlayışı içerisinde kurtuluşuna çalıştığı milletin yalnızca Türk, Çerkez, Kürt değil hepsinden oluşan bir İslam unsuru olduğunu ifade ederek bunun böyle telakki edilmesini ve yanlış anlamalara meydan verilmemesini rica etmiştir. Aynı doğrultuda 1921 anayasasında devletin adını Türkiye olarak ifade etmesi da anlamlıdır. Zira Türkiye mefhumu etnik kökeni, dili, dini, mezhebi ne olursa olsun aynı coğrafya -misâk-ı millî- sınırları içerisinde yaşayan insanları bütün kucaklayıcılığıyla kapsamaktadır[35].Milliyetçilik, kısaca herkesin mensup olduğu milleti sevmesi ve onu yüceltmeye çalışmasıdır[36]. Bu durumu futboldan bir iki örnekle şöyle açıklayabiliriz: Almanya futbol takımında top koşturan Mesut Özil, aslen Türk’tür. Fakat Mesut Özil, mensup olduğu ve yaşadığı Almanya için ter dökmektedir. Yine Fransa milli takımında top koşturan Zinedine Zidane aslen Cezayirli olmasına rağmen herkes onu Fransız olarak Fransa için başarı kovalayan birisi olarak görmüştür. Nihayet diyebiliriz ki milliyetçilik bu anlamda vatandaşlığa dönüşmüştür.
11.4.Halkçılık
Çeşitli lügatlerde “insanlar, cemiyet-i beşeriye, bir millete, ırka, kabile veya topluluğa ait insanların tümü” gibi manaları karşılayan halk kelimesinin terim manasını çeşitli ideolojiler sınıf tanımı etrafında değerlendirirken Atatürk, “halk namı altındaki umum millet” tarifi ile ifade etmektedir[37].
Halkçılık da, halkın kendi idaresi ve kaderine kendi iradesini hâkim kılarak, her hususta mutlu ve müreffeh olması demektir[38].
Halkçılık düşüncesi Atatürk’ün kafasında Ulusal Bağımsızlık Savaşı yıllarının ilk senelerinde bile mevcuttu[39]. Onun mücadeleyi yürütürken çeşitli vesileler ile işaret ettiği fikirlerin herhangi bir yerden kopyalanmadığı, yapılan her şeyi milletin ihtiyacı, istiklâl mücadelesinin menfaati ile elde mevcut imkânların belirlediği gerçeği Atatürk halkçılığının yerli ve orijinal bir mahiyet taşıdığının göstergesidir[40].
Atatürk, halkıyla iç içe, halkına yakın olmayı, halk ile birlikte eğlenip vakit geçirmeyi çok severdi. En büyük emeli, bastonunu eline ve yakın arkadaşlarını yanına alarak İstiklâl caddesinden, köprü üstünden herhangi bir vatandaş gibi rahatça geçebilmek ve yürümekti. Tramvaya binsin, trende halk arasına otursun, vatandaşlarına özel ziyaretler yapsın. Bunlar Atatürk’ün en çok sevdiği şeylerdi[41].
Halkçılık ilkesi, sınıf esasını kabul etmez. Halk, meslek ve çalışma grupları olarak ayrılmıştır. Türk toplumu bir eşitlik dengesi içindedir. Ayrıcalıklı bir sınıf bilinci yoktur ve olamaz. Yasalar önünde bütün yurttaşlar için kesin bir eşitlik öngörülür[42]. Bu ilke bağımsız ve ulusal bir devletin sosyal yönünü oluşturur ve belirler[43]. Kılıç Ali’nin anılarına yansıyan şekliyle eşitlik konusunda Atatürk’ün başından geçen bir hatıra şöyle anlatılır: “Bir sabah Florya’dan Dolmabahçe Sarayı’na dönüyorduk. Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birden bire otomobili durdurdu ve başyavere şu emri verdi: ‘Sorunuz, tren var mı?’ Tesadüfen hareket etmek üzere olan tren vardı. Hep birlikte otomobilden indik ve trene yetiştik. Karar aniden verilip uygulandığı için kimsenin dikkatini çekmemiştik. Neden sonra kondüktör bilet kontrolüne geldiğinde Atatürk’ün trende olduğunu anladı. Geri çekilmek istedi. Fakat Atatürk bırakmadı. Kondüktöre seslendi: ‘Görevini yap! (Bizi göstererek) Bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?’ ‘Paşam, biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız. Parasız bineriz’ dedik. Hem hayret, hem de bizimle alay etti: ‘Bu imtiyazı hiç beğenmedim. Çok ayıp ve acayip bir kural! Çok güzel halkçılık!’ [44]”. Bu anıda da görüldüğü üzere Atatürk, eşitlikten yana olmuştur.
Halkçılık, halk devleti, halk yönetimi, halkın kendi geleceğine egemen olması, yani siyasî demokrasi olarak kabul edilir[45]. Atatürk TBMM Hükümetinin ilk kapsamlı siyasal programını ve aynı zamanda ilk anayasa taslağını Meclise sundu. Belge 18 Eylül’de Mecliste okundu. Bu belge anayasa tasarısı başlığını taşımakla birlikte içeriği bakımından bir hükümet programı niteliğindeydi. Zaten bu belge daha çok “Halkçılık Programı” adıyla anıla gelmiştir[46]. Halkçılık Programı’na göre, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti “halk hükümeti” olacak ve egemenlik kayıtsız, şartsız milletin olacaktır[47].
1927’de Halk Fırkası Kongresi’nde Halkçılık Programı yer almakta ve 1931’deki parti programında da bunun esasları şöylece açıklanmaktadır: “İrade ve hâkimiyet kaynağı millettir. Bu irade ve hâkimiyetin, devletin vatandaşa ve vatandaşın devlete vazifelerini tamamıyla yerine getirmek için kullanılması, partinin başlıca prensiplerindendir. Kanunlar önünde mutlak bir eşitlik kabul eden, hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate imtiyaz tanımayan yurttaşları, halktan ve halkçı olarak kabul ederiz. Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil, fakat ferdî ve içtimaî hayat için iş bölümü bakımından türlü hizmetlere ayrılmış bir cemaat saymak esas prensiplerimizdendir[48]”.
11.5.Devletçilik
Devletçilik, Türkiye’de uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerini gösteren ve niteliklerini belirten siyasi bir uygulama olarak adlandırılabilir[49]. Atatürk’ün 1923 Türkiye İktisat Kongresi’nde söylediği “Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa husule gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner[50]” sözleri ekonomik açıdan devletçiliğe verdiği önemi ortaya koymaktadır.
Devletçiliği, Atatürk ve arkadaşları kısaca “ferdin yapamayacağı işleri devlet yapar” şeklinde tanımlamışlar ve devletçilik ilkesi için şu gerekçeleri öne sürmüşlerdir: “Ülkemiz uzun süren savaşlarda yanmış, yıkılmış ve harabeye dönmüştür. Yurdun yeniden imarı ve kalkınması için yabancı sermaye istekli davranmamaktadır. Türk müteşebbislerinin elinde de bir iş için gerekli kaynak ve mali imkânlar yoktur. Şu halde devlet başta endüstri olmak üzere, birçok alanda ekonomik hayata girecek, demir yolları, fabrikalar, barajlar, sosyal tesisler yapacak ve ayrıca Batı’da daha çok özel teşebbüsün elinde olan telefon, telgraf, posta ve radyo tesislerini ve gerekli diğer teşebbüsleri kuracak ve işletecektir[51]”.
Devletin ekonomik yaşamda etkinliği Cumhuriyet’in başından beri var olan bir gerçekti fakat devletçilik resmi bir siyasa olarak 1931’de benimsenmiştir. 1 Kasım 1937’de yaptığı bir konuşmada, Atatürk sanayileşme ve planlı ekonomiyle ilgili görüşlerini meclise şöyle açıklamıştır: “Sanayileşmek, en büyük ulusal sorunlarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları ülkemizde var olan büyük küçük her çeşit sanayi kuracağız ve işleteceğiz. En başta yurt savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve gönençli Türkiye ülküsüne ulaşabilmek için bu, bir zorunluluktur[52]”.
Devletçilik ilkesi özel girişimciliği reddetmez. Tüm üretim araçlarının devletin elinde toplanmasını öngörmez. Devletçilik, ekonomide devleti hem düzenleyici, tasarlayıcı, güdümleyici; hem de işletmeci, girişimci olarak görür[53]. O devrin başbakanı İsmet İnönü 30 Ağustos 1930’da Sivas demiryolunun açılışında söylediği nutukta devletçilikten bahsederken “Liberalizm nazariyatı bütün bu memleketin güç anlayacağı bir şeydir. Biz iktisadiyatta hakikaten mutedil devletçiyiz. Bizi bu istikamete sevk eden bu memleketin ihtiyacı ve bu milletin fitrî temayülüdür[54]”sözleriyle devletçilikte ılımlılıktan yana olunduğunu vurgulamıştır.
Yine Maurice Duverger, devletçilik politikası uygulayan yeni Türkiye’yi geri kalmış ülkelerin kalkınması için bir model, bir örnek olarak vermektedir[55]. İzmir İktisat Kongresini açış konuşmasında, Atatürk, bilinçli bir biçimde “halk devri”, “milli devir”, “milli tarih”, “iktisat devri”, “milli iktisat”, vs kavramlarına yer vermiş, bir kurtuluş savaşı içinde doğan ve biçimlenmekte olan devletin ekonomik düzeninin “milli iktisat düzeni” olacağına işaret etmiştir[56].
Cumhuriyet ilan edildikten sonra (760.000 kilometre kare ve 12 milyon nüfuslu) Türk devletinin ekonomik gelişmeye imkân nispetinde hız vermesi iki yönde olmuştur:
1- Yabancı şirketler elindeki imtiyazları satın alarak millileştirmek.
2- Endüstrileşmeye gidilirken, ulaşım için memleket yollarını bir plana göre yapmak,
3- Devletçilik ilkesine göre yurdun doğal kaynaklarını tespit ederek nerelerde hangi endüstri tesislerinin kurulabileceğini ekonomik koşullara göre planlamak. Devletin yapacağı ve işletecekleri yanında bu plana göre özel teşebbüse imkân sağlamak[57].
Yani ekonomide “Devletçilik” prensibini ilke olarak saptayan Atatürk, bunu 10 Mayıs 1931’de CHP programına ve 5 Şubat 1937 tarihinde anayasanın 2. maddesine koydurmuştur. Tarifini de şöyle yapmıştır: “Bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde bilhassa iktisadi sahada devleti fiilen alakadar etmektir[58].”
İktisat Vekili Mahmut Esat Bozkurt, hükümeti adına şu açıklayıcı izahatı yapar: “Yeni Türkiye’nin iktisadiyatı, bugün dünyada uygulanan iktisadi sistem ve politikalardan hiçbirinin benzeri olamaz… Memleketimiz, iktisadi anlam ve ihtiyacına ve iktisadi tarihimizin ruhuna uygun, başlı başına bir iktisat politikası izlemek mecburiyetindedir. Biz, ekonomi tarihi içindeki anlayışların (ekol) hiçbirine benzemeyiz. Ne “bırakın geçsinler-bırakınız yapsınlar” ekolünden ne de sosyalist, komünist, etatist veya himaye ekollerindeniz. Bizim de yeni Türkiye’nin yeni iktisadi durumuna göre, yeni bir iktisat anlayışımız vardır. Buna ben “Yeni Türkiye iktisat Ekolü” diyorum[59]”.
Türkiye’de uygulanan devletçilik anlayışı, dünyada uygulanan herhangi bir sistemle tanımlanamaz. Prensipleri Atatürk tarafından belirlenmiş, Türkiye’nin ihtiyaçlarına ve şartlarına uygun olarak geliştirilmiş Türkiye’ye özgü bir sistemdir[60]. Bu ilke 5 Şubat 1937 tarih ve 3115 sayılı kanunla anayasaya girmiştir. Atatürk devletin ekonomiye müdahaleleriyle birlikte kişisel özgürlüklerin korunmasına büyük önem vermektedir[61].
Prensip itibariyle devletçilik umdesinin ve politikasının Türkiye için zaruri olduğunu söylemek, bu politikanın başarıyla uygulandığı anlamına gelmez, aksine bu alanda çok isabetsiz uygulama kaydedilmiş, devletçiliğin bir devlet kapitalizmine vardığı iddia edilmiştir. 1950’de iktidara geçen DP devletleştirme siyasetinde bir değişme nazara alarak, devlet eliyle işletilen bazı fabrikaların özel teşebbüse devredileceğini ilan etmiştir. Bu yönde önemli icraata rastlanmamaktadır[62].
11.6.Lâiklik
Atatürk’ün görüş ve inkılâpları arasında en çok istismar edileni lâiklik ilkesidir. Lâiklik, din ile dünya, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamını taşıyan bir tabirdir[63]. Lâiklik hukuki bir kavramdır. Lâik bir devletin resmi bir dini olmadığı gibi, benimseyeceği, yayacağı felsefi bir akidesi de yoktur[64].
İslami-Türk devletlerinde lâiklik uygulaması, 900 yıl önce Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey ile başlamıştır. Bilindiği üzere İslamiyet’te devlet başkanı (halife) Peygamberimizin vekili olarak insanların dünya ve ahret bütün işlerinin ilahi kelam Kur’an-ı Kerim’in emir ve nehiyleri gereğince idaresinden sorumlu bulunuyordu. Türk hükümdarlarına ise “kut” yolu ile yalnız yeryüzündeki insanları yönetmek görevi verilmişti. İşte “hâkimiyet” konusundaki bu farklılık ilk olarak Büyük Selçuklu çağının başlangıç devresinde ortaya çıkmış, Türk hükümdarı yine Tanrı bağışı olan, dünyayı idare etme yetkisini muhafaza ederek din işlerini halifeye tahsis etmiştir[65].
Günümüze baktığımızda da görülür ki Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telakkisi vicdani olduğundan, cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür[66]. Atatürkçü lâikliğin, din dışı devlet veya dine karşı devlet görüşleri ile bağdaştırılması mümkün değildir. Atatürk’ün şu sözleri bunu açıkça belirtir: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz[67].” Yine Atatürk şunları söylemiştir: “Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse, hiç kimseyi bir din veya mezhep kabulüne zorlayamaz. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz[68]”.
Anayasada yer alan “Atatürkçü lâiklik anlayışının ilk unsuru din ve vicdan hürriyetidir. Gerçekten anayasaya göre herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Lâikliğin ikinci unsuru resmi bir devlet dininin bulunmamasıdır. Lâikliğin üçüncü unsuru devletin din ve mezhepleri ne olursa olsun, yurttaşlara eşit işlem yapmasıdır. Lâikliğin dördüncü unsuru devlet yönetiminin din kurallarına göre değil, toplum ihtiyaçlarına, akla, bilime, hayatın gerçeklerine göre yürütülmesidir; din ile devletin ayrılmasıdır. Nihayet lâikliğin beşinci unsuru olarak; eğitimin lâik, akılcı ve çağdaş esaslara göre düzenlenmesini sayabiliriz[69].
Atatürk, lâikliği hiçbir zaman dinsizlik olarak anlamamıştır. Atatürkçü lâiklik ilkesi dini yadsımaz, dinsizliği kışkırtmaz; dini, çağdaş bir toplumda kendisine özgü sorunlarla ilgilenmeye çağırır[70]. “Ölülerden medet ummak, uygar bir toplum için ayıptır. Beyler ve ey Ulus, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar (tarikata bağlılar) ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır[71]” sözleriyle de çağdaşlığa vurgu yapmıştır. Lâikliğe giden adımlar 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması; Tevhidi-i Tedrisat Kanunu ve Hilafetin kaldırılması hakkındaki kanunlarla atılmıştır[72]. Lâikliğe giden yoldaki ikinci adım 9 Nisan 1928’de 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde yer alan “Türkiye Devletinin dini, din-i İslam”dır hükmünün kaldırılmasıdır[73]. Lâiklik yolundaki son adım, 1937 yılında atılmış ve Anayasa’ya Türkiye Cumhuriyetinin temel ve vazgeçilmez niteliği olarak “lâiklik” ilkesi konmuştur[74].
Genel kanaat, Türkiye’de lâikliğin, modern Batı’nın etkisi altında ve onu takliden ortaya çıktığıdır. Bununla birlikte derinliğine tahlil olayda, Batı etkisinin yanı sıra ve belki de ondan daha da güçlü şekilde Türk toplumunun kendi öz tarihi ve toplumsal dinamiklerinin rol oynadığını ortaya koymaktadır. Zira Türk tarihine baktığımızda orada lâikliğe giden yolda eğilimlerin tarihin çok eski dönemlerinden itibaren ve oldukça köklü biçimde kendilerini gösterdiklerini bize öğretmektedir[75]. Osmanlılar döneminde, hukuk alanında da yarı lâik sayılabilecek uygulamalara gidildiğini biliyoruz. “Örfi Sultani” denilen ve toplumun ihtiyaçları karşısında “maslahat icabıdır” gerekçesiyle düzenlenen ferman, emir, hat veya kanunnameler bize bunun çok çeşitli örneklerini sunmuşlardır[76].
Türkler de, İslam medeniyet ve hukukunu kabul ettikten sonra şeriat yanında, daima birtakım lâik kanunlara ve hatta bunlara göre hüküm veren mahkemelere bile sahip olmuşlardır. Osmanlı kanunnameleri de bu anlayışın mahsulü idi. Esasen Avrupa medeniyetiyle temaslar neticesinde başlayan yeni hayat, Tanzimat’ın mühim hukuki faaliyetlerini meydana getirmiş ve bu arada Mecelle, yeni ticaret kanunları ve Nizamiye mahkemeleri, yeni ihtiyaçlarla muvazi, lâik hukukun da gelişmekte olduğunu meydana koymuştur[77].
Türkiye’de lâiklik, dini, içtimaî ve hayati şart ve zaruretler icabı doğmadığından onun kabulü sırasında umumî efkâr bu mefhuma tamamıyla yabancı idi. Kanunun müzakeresi esnasında, biraz mübalağalı da olsa, bazı mebusların “Lâik olduk amma, neye layık olduk!” tarzında söyleştiklerine dair rivayetler de bu mefhumun ne kadar anlaşılmamış ve böyle bir ihtiyacın ne derece duyulmamış olduğunu göstermektedir[78].
Lâiklik ilkesi gerçek ve ulusal anlamda Osmanlı teokrasisinin reddidir. Bu suretle bir taraftan Batı demokrasisinin genel ilkelerine, bir taraftan da Türkiye’nin siyasal gelişmelerine, tarihsel oluşlarına bağlıdır[79]. Siyasal anlamda lâiklik siyasi iktidarın dinsel kudret ve otoriteden arındırılarak bağımsız hale getirilmesidir. Ya da dinin siyasal erk ve yaptırım gücüne sahip olmamasıdır[80].
Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler asri olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır[81]. Konuyu Atatürk’ün şu sözleriyle sonlandıralım: “Din gerekli bir değerdir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Bunun için softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar menfur kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bizim ve sizin asıl mücadele ettiğimiz ve edeceğimiz bu kimselerdir[82]”. Nihayet şu fıkra ile konuyu sonlandırabiliriz. Neneye sormuşlar. “Nenem lâiklik ne demektir?”. Nene cevap vermiş: “Oğlum kiliseye giden kiliseye lâyık, meyhaneye giden meyhaneye lâyık, camiye giden camiye lâyık”.
11.7.İnkılâpçılık
İnkılâpçılık, Atatürk’ün hem düşüncesinde hem dilinde hem de icraatında doğrudan doğruya gelişmecilikten, çağdaşlaşmaktan ibaret bir ilkedir[83]. Atatürk, Ankara Hukuk Mektebi’nin açılışı münasebetiyle (5 Kasım 1925) Türk inkılâbı hakkında şunları söylemiştir: “Türk inkılâbı nedir? Bu inkılâp, ihtilaldan başkadır ve ondan daha geniş bir tahavvülü ifade etmektedir. Milletin, mevcudiyetini idame için fertleri arasında düşündüğü müşterek rabıta asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi rabıta yerine Türk milliyeti rabıtası ile efradını toplamıştır. … Altı sene zarfında (1919’dan beri) büyük milletimizin hayat cereyanında vücuda getirdiği bu tahavvüller herhangi bir ihtilaldan çok fazla, çok yüksek olan muazzam inkılâplardır. Çok milletlerin kurtuluş ve yükseliş mücadelesinde mütehevvir (şiddetli, öfkeli) oldukları görülmüştür. Fakat bu tehevvü Türk milletinin şuurlu tehevvürüne benzemez!…[84]”.
Atatürk 1935 yılında yaptığı bir konuşmada da inkılâbı şöyle tanımlamıştır: “Uçurum kenarında yıkık ülke. Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar. Yıllarca süren savaş. Ondan sonra içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız inkılâplar. İşte Türk genel inkılâbının kısa bir ifadesi[85].” Yine inkılâp hakkında şunları belirtmiştir: “Biz, batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimiz, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz[86]”. “Milleti hazırlamadan inkılâplar yapılamaz[87]”.
Türk çağdaşlaşması Rönesans, reform, sanayi devrimi ve Fransız devrimi gibi birçok büyük hareketin sonuçlarını kavrayacak, işlevlerini üstlenecek nitelikte atılımları gerektiriyordu. Türk çağdaşlaşmasında düşünce ortamının ve ilkelerinin genel olarak uygulama ile beraber belirlendiği ve geliştirildiği görülür. Atatürk tarafından başlatılan hareketin düşünce ortamının oluşmasına ve uygulamaların geliştirilmesine Atatürk’ten sonra da devam edilmiştir[88]. Türk çağdaşlaşması, farklı kültürlerin, kendi özellikleri korunarak aralarında sağlanacak uyumun ve bütün insanlığın ortak malı olan Türklerin de tarih boyu büyük katkılarda bulunduğu evrensel uygarlığın yakalanmasını sağlayacak ilke ve yöntemleri içermektedir[89].
Çağdaşlaşmak, kavramın anlamı itibariyle, yeni bir sözcük değildir. 19. Yüzyılın ikinci yarısından ve özellikle II. Meşrutiyetten itibaren bu kavramı ifade amacıyla asrileşmek kelimesi kullanılmıştır. Sonradan bu kelime de bir kısım zümreler arasında Türk-İslam örf ve adetlerinden, kültüründen kopmuş, yabancı taklitçiliği yapmış bulunmayı hatırlatan ek bir anlamı ifade etmeye başlamış ve bazı zümreleri belirlemek amacıyla ve istihza maksadıyla kullanılmıştır. Bundan sonra batılı toplum biçimine uygun tarzda başka bir medeniyet dünyasına yollama yapmak amacıyla medenileşmek terimi kullanılmaya başlanmıştır. Atatürk’ün muasır medeniyet seviyesi olarak ifade ettiği hedef medeni batı toplumları düzeyidir[90].
İnkılâpçılık kalıplaşmayı, durağanlığı, köhneleşmeyi, işlevini kaybetmeyi, çağın ve toplumun gerisinde kalmayı önlemek, dinamik bir inkılapçılık anlayışını sağlamak ve sürdürmek için konmuştur. Atatürkçü inkılâpçılık ilkesinin önemle üzerinde durulması gereken bir başka özelliği de vardır: Atatürkçü inkılâpçılık yeğinlik, yıldırı sistemini benimsemez; Atatürkçülükte barışçı ve demokratik inkılapçılık özlemi ve inancı vardır. Atatürkçülük dinamik bir ulusal ideolojidir. Onu durağanlıktan, doğmacılıktan kurtaran, yaşayan, yaşatacak olan, çağın gerisinde bırakmayacak olan inkılâpçılık ilkesidir[91].
Osmanlı İmparatorluğunun son bulması üzerine kurulan devletin modern batılı esaslara göre vücuda getirilmesi ilkesi kabul edilmişti. İnkılâp kanunlarının dayandığı esas muasır medeniyet seviyesine ulaşmak olmuştur. Çağdaş uygarlık ise Batı uygarlığı idi. Şu halde Batı uygarlığı alanına geçilecekti. Türk inkılâbını Osmanlı İmparatorluğundan ayıran farklardan birisi de budur. Türk inkılâbına göre Batı uygarlığı bütün insanlığın malıdır ve sadece Hıristiyanlığın eseri sayılamaz. Bu karar Türklerin topyekûn dinlerini, benliklerini kaybettikleri anlamına gelemez, çünkü hiçbir ulus bir uygarlık alanı değiştirmeye kalkıştığı, zorunlu bir kültür değiştirmesi işlemine giriştiği zaman kendi kültürünü ve uygarlığını tamamen kaybetmemiştir[92].
İnkılâpların diğer bir vasfı da yeni bir düzen getirmek değil onu yerleştirmektir. Yerleştirme işlemi, büyük kitleye karşı bir gidişten çok, kitleyi eskinin batılın baskısı altında tutan çıkar çevrelerine karşı savaşmaktır. Türk inkılâbı da Batı örneğinde bir devlet kurulmasına karşı gelen kuvvetlerle, iç ve dış hasım güçlerle çarpışmıştır. Doğaldır ki en fazla çarpıştığı ve bugün dahi aynı şekilde çarpışması gereken güç hiçbir ileri gayeye sahip olmayan ve bunu istemeyen çevreler olmuştur[93].
KAYNAKÇA
- Kitaplar
EROĞLU, Hamza, Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1992.
EROĞLU, Hamza, Atatürk ve Milli Egemenlik, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1998.
GÜNAY, Ünver, GÜNGÖR, Harun, ECER, Vehbi, Laiklik, Din ve Türkiye, Ankara, 1997.
HAFIZOĞULLARI, Zeki, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Fikri Temelleri, Ankara, 2001.
İNAN, A. Afet, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2000.
İNAN, A. Afet, İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat- 4 Mart 1923, Ankara, 1989.
KAFESOĞLU, İbrahim, SARAY, Mehmet, Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Tarihi Temeller, İstanbul, 1983.
KARAL, Enver Ziya, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara, 1998.
KESKİN, Mustafa, Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1999.
KILIÇ ALİ’NİN ANILARI, Derleyen: Hulûsi Turgut, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2005.
KİLİ, Suna, Atatürk Modeli Bir Çağdaşlaşma Modeli, İstanbul, 2006.
KOCATÜRK, Utkan, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1999.
SARIKOYUNCU, Ali, Atatürk ve Din Adamları, Ankara, 2002.
TANÖR, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001.
TUNAYA, Tarık Zafer, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, İstanbul, 1981.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasi Partiler 1859-1952, İstanbul, 1952.
TURAN, Osman, Türkiye’de Manevi Buhran Din ve Laiklik, İstanbul, 1993.
YALÇIN, Durmuş, AKBIYIK, Yaşar, ÖZKAYA, Yücel, BOZKURT, Gülnihal, AKBULUT, Dursun Ali (ve diğerleri), Türkiye Cumhuriyeti XE “Türkiye Cumhuriyeti” Tarihi, C. II, ATAM Yayınları, Ankara, XE “Ankara” 2006.
- Makaleler
AYSAN, A. Mustafa, “Atatürk’ün Ekonomik Görüşü: Devletçilik”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Ankara, 1998, s. 65-89.
DAVER, Bülent, “Atatürk ve Ekonomi”, ATAM Dergisi, C. XI, S. 31, Ankara, 1995, s. 295-304.
DAYI, Esin, “Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Nitelikleri”, Atatürk Dergisi, S. 3, C. 3.
DÖNMEZER, Sulhi, “Çağdaşlaşma, Uygarlık ve Türk Toplumu”, ATAM Dergisi, C. XI, S. 31, Ankara, 1995, s. 5-19.
ERASLAN, Cezmi, “Atatürk’ün Halkçılık Anlayışı ve XXI. Yüzyıl İçin Önemi”, 4. Uluslar Arası Atatürk Kongresi, Bildiriler, 25-29 Ekim 1999- Türkistan-Kazakistan, Atatürk Araştırma Merkezi Yay.. Ankara, 2000.
EROĞLU, Hamza, “Atatürk ve Devletçilik”, Belleten, C.XLIX, S. 194, TTK, s. 357-372.
FIĞLALI, Ethem Ruhi, “Atatürk Düşüncesinde Laiklik”, Atatürk 4. Uluslararası Kongresi 25-29 Ekim 1999 Türkistan-Kazakistan, C. I, Ankara, 2000, s. 371-380.
GİRİTLİ, İsmet, “Laiklik ve Köktenciliğe Dair”, ATAM Dergisi, C. X, S. 28, 1994, s. 279-296.
İLHAN, Suat, “Türk Dünyası ve Atatürkçü Çağdaşlaşma”, ATAM Dergisi, C. X, S. 28, Ankara 1994, s. 63-70.
KİLİ, Suna, “Cumhuriyet, Atatürkçülük ve Küreselleşme”, Cumhuriyet ve Küreselleşme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 177-200.
KİLİ, Suna, “Cumhuriyet ve Demokrasi”, Cumhuriyet ya da Demokrasi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 25-39.
ÖZGÜNEŞ, Mehmet, “Neden ve Nasıl Bir Laiklik”, ATAM Dergisi, C. X, S. 28, 1994, 259-268.
SAKİN, Serdar, “Milli Mücadele Döneminde Atatürk’ün Demokrasi Anlayışı ve Uygulamaları”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.16, Kayseri, 2004/1, s. 229-245.
TANFER, M. Vehbi, “Atatürkçülük ve Atatürk İlkeleri”, ATAM Dergisi, S.42, C.XIV.
TÜNAY, Bekir, “Atatürk ve Millî Birlik”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1998, s. 203-213.
* Bu kısım Doç. Dr. Serdar SAKİN tarafından yazılmıştır.
[1] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler 1859-1952, İstanbul, 1952, s. 584-587.
[2] M. Vehbi Tanfer, “Atatürkçülük ve Atatürk İlkeleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.42, C.XIV, s.1180.
[3] Serdar Sakin, “Milli Mücadele Döneminde Atatürk’ün Demokrasi Anlayışı ve Uygulamaları”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.16, Kayseri, 2004/1, s. 230.
[4] Durmuş Yalçın, Yaşar Akbıyık, Yücel Özkaya, Gülnihal Bozkurt, Dursun Ali Akbulut (ve diğerleri), Türkiye Cumhuriyeti XE “Türkiye Cumhuriyeti” Tarihi, C. II, ATAM Yayınları, Ankara, XE “Ankara” 2006, s. 271.
[5] Suna Kili, “Cumhuriyet, Atatürkçülük ve Küreselleşme”, Cumhuriyet ve Küreselleşme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.177-178.
[6] Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, Turhan Kitapevi, İstanbul, 1981, s. 278.
[7] İbrahim Kafesoğlu, Mehmet Saray, Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Tarihi Temeller, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 1983, s. 100.
[8] Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milli Egemenlik, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1998, s. 68.
[9] Durmuş Yalçın, age, C.II, s. 273.
[10] Sakin, “agm”, s. 231.
[11] A. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2000, s. 44.
[12] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1999, s. 33.
[13] Suna Kili, “Cumhuriyet ve Demokrasi”, Cumhuriyet ya da Demokrasi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 31.
[14] Hamza Eroğlu, “Atatürk ve Cumhuriyet”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Ankara, 1998, s. 30.
[15] Eroğlu, “agm”, s. 31.
[16] Mustafa Keskin, Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1999, s.8.
[17] Hamza Eroğlu, Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1992, s. 3.
[18] Durmuş Yalçın, age, C.II, s. 276.
[19] Afet İnan, age, s. 28.
[20] Tanfer, “agm”, s. 1181.
[21] Eroğlu, Atatürk ve Milliyetçilik, s. 75.
[22] Kafesoğlu, Saray, age, s. 60.
[23] Keskin, age, s. 100.
[24]Kafesoğlu, Saray, age, s. 59.
[25] Esin Dayı, “Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Nitelikleri”, Atatürk Dergisi, S. 3, C. 3, s. 248.
[26] Keskin, age, s. 101.
[27] Bekir Tünay, “Atatürk ve Milli Birlik”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1998, s. 204-205.
[28] Durmuş Yalçın, age, C.II, s. 278.
[29] Tunaya, age, s.142.
[30] Eroğlu, Atatürk ve Milliyetçilik, s. 77.
[31] Tünay, “agm”, s. 205.
[32] Durmuş Yalçın, age, C.II, s. 279.
[33] Tünay, “agm”, s. 206.
[34] Atatürk XE “Atatürk” ’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, XE “Ankara” 1997, s. 29-30, 74-75.
[35] Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 254.
[36] Kafesoğlu, Saray, age, s. 9.
[37] Cezmi Eraslan, “Atatürk’ün Halkçılık Anlayışı ve XXI. Yüzyıl İçin Önemi”, 4. Uluslar Arası Atatürk Kongresi, Bildiriler, 25-29 Ekim 1999- Türkistan-Kazakistan, ATAM Yayınları, Ankara, 2000, s. 393.
[38] Kafesoğlu, Saray, age, s. 74.
[39] Yücel Özkaya, “Atatürk ve Halkçılık”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1998, s. 55.
[40] Durmuş Yalçın, age, C.II, s. 281.
[41] Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen: Hulûsi Turgut, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2005, s. 558-559.
[42] Tanfer, “agm”, s. 1181.
[43] Tunaya, age, s. 282.
[44] Kılıç Ali’nin Anıları, s. 559.
[45] Özkaya, “agm”, s. 55.
[46]Tanör, age, s. 247.
[47] Özkaya, “agm”, s.57
[48] Özkaya, “agm”, s.59.
[49] Eroğlu, Atatürk ve Milli Egemenlik, s. 433.
[50] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, ATAM Yayınları, Ankara, 1999, s. 289.
[51] Bülent Daver, “Atatürk ve Ekonomi”, ATAM, C. XI, S. 31, Ankara, 1995, 295-304, s. 302-303.
[52] Suna Kili, Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006, s. 203.
[53] Kili, age, s. 209.
[54] Eroğlu, “Atatürk ve Devletçilik”, Belleten, C.XLIX, S. 194, TTK, 357-372, s. 364.
[55] Eroğlu, “agm”, s. 371.
[56] Zeki Hafızoğulları, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Fikri Temelleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2001, s. 17.
[57] A. Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923, TTK, Ankara, 1989, s. 14.
[58] Afet İnan, age, s. 15.
[59] Kafesoğlu, Saray, age, s. 93.
[60] Durmuş Yalçın, age, C. II, s. 287-288.
[61]Mustafa A. Aysan, “Atatürk’ün Ekonomik Görüşü: Devletçilik”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Ankara, 1998, 65-89, s. 67.
[62] Tunaya, age, s. 287.
[63] Kafesoğlu, Saray, age, s. 37.
[64] Eroğlu, “agm”, s. 423.
[65] Kafesoğlu, Saray, age, s. 38.
[66] Kocatürk, age, s. 77.
[67] Mehmet Özgüneş, “Neden ve Nasıl Bir Laiklik”, ATAM Dergisi, C. X, S. 28, 1994, 259-268, s. 263-264.
[68] Kılıç Ali’nin Anıları, s. 562.
[69] İsmet Giritli, “Laiklik ve Köktenciliğe Dair”, ATAM Dergisi, C. X, S. 28, 1994, 279-296, s. 281.
[70] Kili, age, s. 214.
[71] Kili, age, s. 215.
[72] Ethem Ruhi Fığlalı, “Atatürk Düşüncesinde Laiklik”, Atatürk 4. Uluslararası Kongresi 25-29 Ekim 1999 Türkistan-Kazakistan, C. I, 2000, 371-380, s. 375.
[73] Fığlalı, “agm”, s. 376.
[74] Fığlalı, “agm”, s. 377.
[75] Ünver Günay, Harun Güngör, Vehbi Ecer, Laiklik, Din ve Türkiye, Adım Yayınları No: 42, Ankara, 1997, s. 110.
[76] Günay, Güngör, age, s. 113.
[77] Osman Turan, Türkiye’de Manevi Buhran Din ve Laiklik, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1993, s. 55.
[78] Turan, age, s. 57.
[79] Tunaya, age, s. 287.
[80] Ali Sarıkoyuncu, Atatürk ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 43.
[81] Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayıncılık, Ankara, 1998, s. 54.
[82] Kılıç Ali’nin Anıları, s. 564-565.
[83] Kafesoğlu, Saray, age, s. 4.
[84] Kafesoğlu, Saray, age, s. 8.
[85] Durmuş Yalçın, age, C. II, s. 303.
[86] Kocatürk, age, s. 86.
[87] Kocatürk, age, s. 95.
[88] Suat İlhan, “Türk Dünyası ve Atatürkçü Çağdaşlaşma”, ATAM, C. X, S. 28, Ankara 1994, 63-70, s. 66.
[89] İlhan, “agm”, s. 69.
[90] Sulhi Dönmezer, “Çağdaşlaşma, Uygarlık ve Türk Toplumu”, ATAM, C. XI, S. 31, Ankara 1995, 5-19, s. 9.
[91] Kili, age, s. 218.
[92] Tunaya, age, s. 291.
[93] Tunaya, age, s. 292.
- Cumhuriyetçilik
Batı dillerinde cumhuriyetin karşılığı, ulusun kendisini yönetmesidir. Cumhuriyete hayat veren damarların başında ise demokrasi geliyor. Gerçek cumhuriyet rejimlerinde sistemin demokrasi ile olan ilişkisi çok önemlidir. Çünkü iç ve dış tehlikelere karşı cumhuriyet kendisini, demokrasinin gerekleri içinde koruyacaktır. Bunun dışına çıkılırsa; demokrasi ile cumhuriyet arasında kopukluk başlar. Eğer böyle olursa en büyük zararı cumhuriyetin yine kendisi görecektir. Demokrasiyi benimsemiş siyasî rejimlerde, özgürlüklerin kullanılma alanları demokrasinin kuralları ile sınırlandırılmıştır. Cumhuriyet rejiminde kimsenin sınırsız hak ve hukuku yoktur. Çünkü demokrasilerde; kişilerin, dolayısıyla, toplumların özgürlükleri, hukuk yolu ile güvence altına alınmıştır. Bunların sınırları da adaletin kalemi ile çizilmiştir.
29 Ekim 1923’te ilân edilen cumhuriyetin alt yapısını Atatürk aşama aşama nasıl hazırlamıştı? Cumhuriyet, lâik bir sistem üzerinde kurulacaktı. Yani cumhuriyet idaresinde ne halifeye ne de onun kalıntılarına yer vardı.
Cumhuriyeti adaletli bir hukuk sistemi koruyacaktı. Cumhuriyetin genç kuşakları çağ dışı kişiler tarafından değil, bağımsızlık ve hürriyetin değerini bilen öğretmenler tarafından yetiştirilecekti. İmparatorluktan kalan mantık dışı ne varsa hepsi kaldırılacak, cumhuriyetin temelini ilim oluşturacaktı.
Bilgisiz ve bilinçsiz bir halk topluluğunun ulus olma hakkına sahip olamayacağını vurgulayan Atatürk, ulusun bilinçlendiği oranda hak ve hukukuna sahip çıkacağını biliyordu. Bu nedenle eğitim ve kültüre çok önem vermiştir. O’nun, bir bakıma kültürü, cumhuriyetin temellerinden biri olarak görmesindeki neden budur.
Atatürk, cumhuriyetçilik ilkesiyle ilgili görüşlerini birçok kez dile getirmiştir:
“Türk Milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare olunur.” (Afet İnan-Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazılan s. 352)
“Türk Milleti’nin yaradılışına ve karakterine uygun idare, cumhuriyet idaresidir. Bu günkü Hükümetimiz doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilatı ve hükümetidir ki, onun adı cumhuriyettir. Artık hükümet ve millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Yönetim halk, halk yönetim demektir.” (Söylev ve Demeçler C.III. s. 75, C. II s. 230)
“Demokrasi prensibi, egemenliği kullanan araç ne olursa olsun, esas olarak milletin egemenliğine sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasaldır. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki kontrolü sayesinde siyasal özgürlük sağlamaktır.” (Afet İnan-M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, s. 71,73)
- Halkçılık:
Tarihimizde önemli bir yeri olan 1924 ve 1961 Anayasalarında da yer alan halkçılık ilkesi, demokrasinin temelini oluşturmaktadır. Bu ilkenin ana özelliği ülke yönetiminin halkın elinde bulunmasıdır.
Egemenlik bir zümre ya da ailenin elinde bulunmaz, halkın seçimle iş başına getirdiği kişiler, ülkeyi yönetir. Halkçılık; Ülke yönetiminin demokratikliği, Birey ve sınıflara ayrıcalık tanınmaması, gibi öğelerden oluşmaktadır.
Eğitim yoluyla aydınlanmış halk, ulusal egemenliğin güçlenmesi ve demokrasimizin yaşamasında tek ve gerçek güvencedir.
Halkçılık, Atatürk’ün önemle üstünde durduğu bir ilkeydi. Bu önemi açıklamalardan anlıyoruz:
“Halkçılık demek, devletin bütün kudret ve egemenliğinin halktan geldiğini, Türk camiası içinde, fert, aile ve sınıf ayrıcalığı bulunmadığını, kanun önünde herkesin eşit olduğunu İfade etmek demektir. Bu formül demokrasinin ifadesidir.” (A. Rıza Türel-İzmir Barosu Dergisi Sayı 8, s. 413)
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” (Afet İnan-Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları s. 351) “Türkiye halkı, ırkça, dince ve kültürce ortak, birbirlerine karşılıklı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu, kaderleri ve menfaatleri müşterek olan sosyal bir toplumdur.” (Söylev ve Demeçler C. I. s. 221)
“Bence, bizim Milletimiz, birbirinden çok farklı çıkarları olan ve bu itibarla birbirleriyle mücadele halinde buluna gelen çeşitli sınıflara malik değildir. Mevcut sınıflar birbirinin tamamlayıcısı niteliğindedir.” (Söylev ve Demeçler C.II. s. 82)
- Milliyetçilik
Milliyetçilik ilkesi ulusal savaşımızın çıkış noktasını oluşturmuş ve tüm tutsak ulusların kurtuluş hareketlerine ışık tutmuştur. Fransız Devriminden sonra dünyaya yayılan özgürlük düşüncesinin tarihsel gelişimi içinde her ulusun kendi kaderini çizme inancının doğal bir sonucudur bu ilke. Türk halkının ümmet olmaktan kurtulup ulus haline gelmesi, Atatürk sayesinde olmuştur. Atatürk’ün ulusuna inancı sonsuzdu. Ulusu ulus yapan öğelerin başında ise, ortak değerler gelir. Milliyetçilik sözcüğü, bu değerleri de içine almakta. O, devrim ve ilkelerinin, ulusa rağmen değil, ulusla birlikte yaşayacağını biliyordu. Bu nedenle yeniliklerin ancak ve ancak ulus tarafından benimsenmesi ile sonsuza kadar yaşayacağı inancındaydı.
Zaten bugün, Atatürk İlkeleri arasında yer alan milliyetçilik, çağdaş anlamıyla; siyasetin ekonominin ve kültürün içinde yerini almıştır.
“Türk milliyetçiliği, bütün çağdaş milletlerle bir ahenkte yürümekle beraber, Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız kimliğini korumayı esas sayar. Bu nedenle millî olmayan akımların memlekete girmesini ve yayılmasını isteriz.” (Ş. Süreyya Aydemir-Tek Adam C. III. s. 450)
“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz, Türk milliyetçi siyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa o topluma dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” (Afet İnan-M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım s. 88)
“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir milletin evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” (M. Kemal Kop-Atatürk Diyarbakır’da s. 4)
- Devletçilik
Anayasamızda yer alan devletçilik ilkesi; toplumsal, ekonomik ve kültürel kalkınmada devletin üstlenmesi gereken görevleri açıklar. Genel anlamı ile, özel girişimin yetki ve gücü dışında kalan ekonomik kalkınma ve örgütlenmeyi gerçekleştirme ilkesidir.
Genel olarak devletin iki ödevi vardır;
a)Ülke içinde güvenliği ve adaleti sağlayarak, yurttaşların özgürlüğünü ve güvenliğini korumak.
b)Savunma için her an hazır bulunmak ve başka çare kalmazsa ülkeyi silâhla savunmaktır.
Bunlardan başka devletin, bayındırlık, eğitim, kültür, sağlık, tarım, ticaret ve sanayiye ilişkin ekonomik etkinliklerde de görevleri bulunmaktadır.
Atatürk, devletçiliği şöyle açıklar:
“Bizim takip ettiğimiz devletçilik, bireysel çalışmayı ve gayreti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi bayındırlaştırabilmek için, milletin genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik sahada devleti fiilen ilgili kılmak mümkün esaslarımızdandır.”
Devletçilikle ilgili dile getirdiği diğer ifadeler ise şöyledir:
“Bizim izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik prensibi bütün üretim ve dağıtım araçlarını fertlerden alarak milleti büsbütün başka esaslar içinde düzenlemek amacını güden, özel ve kişisel ekonomik teşebbüse ve faaliyete meydan bırakmayan sosyalizm prensibine dayalı kolektivizm, komünizm gibi bir sistem değildir. Özet olarak bizim güttüğümüz “devletçilik” ferdi çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi bayındırlığa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda, devleti fiilen ilgilendirmektir.”
“… Devletin siyasal ve düşünsel hususlarda olduğu gibi bazı iktisadi işlerde de düzenleyici rolü prensip olarak kabul edilmelidir. Buradaki güçlük; devlet ile ferdin karşılıklı faaliyet alanlarını ayırmaktır. Devletin faaliyet sınırını çizmek ve dayanacağı kuralları tespit etmek, diğer yandan da vatandaşın ferdi teşebbüs ve faaliyet özgürlüğünü kısıtlamak, devleti yönetmekle yetkili kılınanların düşünüp tayin etmesi gereken bir meseledir. Prensip olarak devlet, ferdin yerine geçmemelidir. Fakat, ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de ferdin kişisel faaliyeti, ekonomik gelişmenin esas kaynağı olarak kalmalıdır. Fertlerin gelişmesine engel olmamak, onların her bakımdan olduğu gibi özellikle ekonomik alandaki özgürlük ve teşebbüsleri önünde, devletin kendi faaliyeti ile bir engel vücuda getirmemesi, demokrasi prensibinin önemli esasıdır. O halde diyebiliriz ki, ferdî teşebbüs gelişmesinin bir engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin sınırını teşkil eder. Bu bakımdan genellikle belli zaman ve alanda sürekli bir özel nitelik gösteren ekonomik bir işi, devlet üzerine alabilir.” (Afet İnan-M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, s. 66, 67)
- Laiklik:
“Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde özetlediğimiz lâiklik ilkesi, Türk Devriminin vazgeçilmez bir unsurudur. Demokratik olmanın da gereği…
Atatürk’e göre din, insanların vicdanlarında yer alması gereken kutsal bir kavramdır. Bu düşünceden yola çıkan Gazi 31 Ocak 1923’de şu sözleri söylüyordu:
“Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabi olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.”
Genç Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sağlam temeller üzerine oturtulabilmesi için, ilk önce devletin kurum ve kuruluşlarının laikleştirilmesi gerekiyordu.
Devletin Lâikleştirilmesi
1.)Samsun’a çıkış. Amasya kararları, Erzurum, Sivas Kongreleri ile ulusun kendi kaderini kendisinin belirlemesi ilkesinin vurgulanması.
2.)23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması. “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesinin kurtuluşun ve kuruluşun simgesi olması.
3.)20 Ocak 1921 Anayasasının kabulü.
4.)1 Kasım 1921 Saltanatın kaldırılması.
5.)29 Ekim 1 923 Cumhuriyetin ilânı.
6.)3 Mart 1924 Hilafetin kaldırılması.
7.)20 Nisan 1924 Anayasasının kabulü.
8.)10 Nisan 1928 Anayasadan Türkiye Devletinin “Dini İslâm’dır” hükmünün çıkarılması.
9.) 5 Şubat 1937 Anayasada değişiklik yapılarak Türkiye Devletinin cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçı olduğu hükmünün Anayasaya konması.
Hukukun Lâikleştirilmesi
1.)8 Nisan 1924 Şer’î mahkemelerinin kaldırılması.
2.)30 Kasım 1925 Tekke ve Zaviyelerin kapatılması
3.)17 Şubat 1926 Türk Medeni Kanununun kabulü.
4.)22 Nisan 1926 Borçlar Kanununun hazırlanması.
5.)24 Kasım 1929 İcra, İflas Kanunlarının kabulü.
6.)15 Mayıs 1929 Deniz Ticaret Kanununun kabulü.
7.)5 Aralık 1934 Kadınlara Seçme ve Seçilme hakkının verilmesi.
Eğitimin Laikleştirilmesi
1.)3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat (Öğrenimin Birleştirilmesi) Kanunu
2.)5 Kasım 1925 Ankara Hukuk Fakültesinin açılması.
3.)26 Aralık 1925 Uluslararası Takvim ve Saatin kabul edilmesi.
4.)24 Mayıs 1928 Lâtin rakamlarının kabulü.
5.)1 Kasım 1928 Lâtin alfabesinin kabulü.
6.)10 Haziran 1933 Maarif Teşkilatı Hakkındaki Kanun’un kabulü.
- )1 Ağustos 1933 Üniversiteler Kanununun çıkarılması, Darülfünun’un kaldırılması. İstanbul Üniversitesinin kurulması.
Kültürün Lâikleştirilmesi
Kültürde lâikleşmenin yollan aranırken elbette örf ve âdetlere bağlı kalınacaktı. Tarihten gelen hiçbir şey yok edilmeyecekti.
İşte bu düşünceden yola çıkılarak;
1.)30 Kasım 1925 tarihinde 677 sayılı Kanun ile Meclis tarikatları yasaklıyor, tekke, türbe ve zaviyeler kapatılıyordu.
2.)25 Aralık 1925 tarihinde de Meclis tarafından şeyhlik, seyitlik, üfürükçülük, dervişlik, emirlik, falcılık, büyücülük, muskacılık gibi san ve sıfatların kullanılması ve bunlara ait özel kıyafetlerin giyilmesi yasaklanıyordu.
Atatürk’ün laiklikle ilgili görüşlerini Söylev ve Demeçlerinden aktarıyoruz.
“Mensubu olmakla mutmain (tatmin) ve mesut bulunduğumuz İslâmiyet dinini yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere bir politika aracı durumundan kurtarmak ve yüceltmenin kesin elzem olduğu gerçeğini gözlüyoruz. Kutsal ve tanrısal olan inanç ve vicdâni kanaatlerimizi, karışık ve dönek olan her türlü çıkar ve tutkusuna sahne olan politikacılardan ve politikanın bütün organlarından bir an evvel ve kesinlikle kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevî (ahretle ilgili) saadetinin emrettiği bir zorunluluktur.” (Söylev ve Demeçler C. I. s. 330)
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz biri milletin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddî menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz.” (Kılıç Ali-Atatürk’ün Hususiyetleri, s. 116)
“Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar.” (Söylev ve Demeçler C. III. s. 76)
- İnkılapçılık
İnkılapçılık ilkesi, Atatürk İlkeleri arasında; eylem ve atılım gibi kavramları içerisine alan tek ilkedir.
Atatürk, Büyük Söylevinin sonunda:
“Bu açıklamalarımla ulusal yaşamı sona ermiş varsayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını ve bilim ve tekniğin en son esaslarına dayalı ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım,” diyerek çağdaş devlet kavramıyla inkılapçılık ilkesinin şaşmaz işaretini veriyordu.
Çağdaş devlet kuran bir ulusun, çağ dışı niteliklerden kurtulması gerekirdi. İşte, Türk ulusunun, çağdışı niteliklerden kurtulmak, çağdaşlaşmak için giriştiği atılımların tümü İnkılapçılık ilkesinin kapsamı içine girer.
İnkılapçılık, Atatürk İlkelerinin hemen hemen tümüyle birleşir. Bütün bu ilkelerin ya neden ya sonuç olarak inkılapçılıkla sıkı bir ilintisi vardır. Bu bakımdan inkılapçılık, Atatürk İlkelerinin tümünü gerçekleştirmeye, korumaya ve yaşatmaya kesin kararlılıktır. İnkılaplarıyla yolumuzu aydınlatan Atatürk’ün bu konudaki görüşleri şöyle:
“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlam ve biçimi ile uygar bir toplum haline getirmektir. İnkılâbımızın asıl hedefi budur. Bu gerçeği kabul etmeyen zihniyetleri darmadağın etmek zorunludur. Şimdiye kadar milletin beynini paslandıran, uyuşturan ve bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler tamamıyla kovulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça beyinlere gerçeğin ışıklarını sokmak imkânsızdır.” (Söylev ve Demeçler C. II. s. 69)
“… Mes’ut inkılâbımızın aleyhinde düşünce ve duygu taşıyanları aydınlatıp, doğru yolu göstermek, aydınlara düşen millî görevlerin en önemlisi ve birincisidir.” (Söylev ve Demeçler C. II. s. 69) “
“…Memleket davalarının ideolojisini, inkılâplarımız yönünden anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak kişi ve kurumları yaratmak lâzımdır.” (Söylev ve Demeçler C. I. s. 386)