Jeokültür

Devletimizin Kuruluşu – Hüseyin Nihal Atsız

"Acaba gerçek bu mudur? Türkler hakikaten çok, fakat ömürsüz devletler kuran bir millet midir? Bu fikir, Türk milliyetçilerinin de fikri olabilir mi?.. Otuz yüzyıllık tarihimizde biz iki devlet kurduk. Birincisi, tarihin karanlıklarından itibaren başlayarak son çağa kadar gelen ve kaybedilen devlet, yani Türkistan’daki, asıl anayurttaki devlet; ikincisi de XI. Yüzyılda kurulup günümüze kadar gelen Önasya’daki devlet, yani bizim devletimiz. Anayurt dışında kurulan devletler bu hesabın dışındadır." Hüseyin Nihal Atsız (1952)

Mensûp olmakla övündüğümüz Türk ırkı, şimdiye kadar birçok devlet kuran bir topluluk gibi gösterilmiş ve bu netice, bir gerçek diye herkes tarafından kabul edilmiştir. “Çok devlet kurmak”, ilk bakışta bir meziyet gibi gözükmekle beraber, dikkatle mütalâa olununca böyle olmadığı anlaşılır. Çünkü “çok devlet kurmak” iddiası kabul edilince bunun tabiî neticesi olarak bu devletlerin gayet kısa ömürlü birer müessese olduğu da benimsenmiş olur ki, bundan da Türklerin devamlı devlet kurmak kabiliyetinden yoksun, istikrarsız bir millet oldukları sonucu çıkar.

Acaba gerçek bu mudur? Türkler hakikaten çok, fakat ömürsüz devletler kuran bir millet midir? Bu fikir, Türk milliyetçilerinin de fikri olabilir mi?

Türkçülük bir dünya görüşüne mâlik olmalı ve onun kıyafetten takvime, soyadından aile telâkkisine kadar her şeyi kendi açısından mütalâa eden fikirleri bulunmalıdır. Bu mütalâalar millî şahsiyet yaratacak ve millî şahsiyetin değeri nispetinde bize kıymet kazandıracaktır. Ben, şimdi devletimiz hakkındaki fikirlerimi açıklayacak ve mesele üzerinde Türkçüleri düşünmeye çağıracağım:

Otuz yüzyıllık tarihimizde biz iki devlet kurduk. Birincisi, tarihin karanlıklarından itibaren başlayarak son çağa kadar gelen ve kaybedilen devlet, yani Türkistan’daki, asıl anayurttaki devlet; ikincisi de XI. Yüzyılda kurulup günümüze kadar gelen Önasya’daki devlet, yani bizim devletimiz. Anayurt dışında kurulan devletler bu hesabın dışındadır.

“Çok devlet” iddiası hükümdar hanedanlarını devlet sayan şark tarihçilerinin bize aşılayıp kabul ettirdikleri yanlış telâkkiden doğuyor. Türkler, tarih yapan, fakat yazamayan bir millet olarak tanınmışlardır. Kendilerinden bahsettikleri Orkun yazıtlarında bile: “Yukarda mavi gök, aşağıda kara toprak yaratıldıktan sonra ikisi arasında insanoğulları yaratılmış, insanoğulları üzerine atalarım Bumun Kağan, İstemi Kağan hâkim olmuş” şeklinde gayet kayıtsız ve kısa bir ifâde kullanmışlar ve dikkate şayandır ki, insanoğulları olarak da yalnız Türkleri saymışlardır.

Müslüman olduktan sonra ise, Arap, Acem tarihçilerinin telâkkilerini tamamıyla benimsemişler, her hanedanı ayrı bir devlet ve hanedanlar arasındaki çarpışmaları millî savaşlar saymak gibi yanlışlıklara düşmüşlerdir.

Türkçü görüş bu telâkkiyi reddeder. Bizim telakkimiz tarihin gerçeklerini kendi açımızdan gören bir telâkkidir. Tarihi, olduğundan büyük veya değişik göstermeye lüzum kalmadan kendi görüşümüzü ortaya sürmeye ve başkalarının, hakkımızda ki görüşlerini kabul etmek gibi bir aşağılık duygusundan uzak bulunmaya mecburuz; kendimizi başkalarının gözü ile tanıyacak değiliz.

Size bir örnek vereceğim: Bazı coğrafya kitaplarında “falan yüzyılda dünyanın bilinen kısımları” diye haritalar vardır ve bu haritalarda öz yurdumuz meçhul bölümler arasında gösterilmiştir. Atalarımızın oturduğu yerleri herhangi bir yüzyılda, herhangi bir millet bilmeyip de kendisince meçhul yerlerden sayar ve biz de bunu aynen kabul edersek bu, objektif bir görüş mü, yoksa gaflet mi olur?

Eskiden okul kitaplarında millî tarihimiz Hicrî 699 daki “İstiklâli Osmânî” ile başlardı. Şimdi öyle başlanmıyor ama çok çok 1071 Malazgirt Savaşı’na kadar gidiliyor ve Anadolu’yu dolduran Karamanoğulları, Aydınoğulları gibi beğlikler ayrı birer devlet olarak sayılıyor. Bu telâkki hâlâ hanedanları milletten üstün tutmak zihniyetinin neticesidir.

Devletimiz şu şekilde kurulmuştur: XI. Yüzyılda anayurtta, yâni Türkistan da Karahanlılar sülâlesi vardı. Anayurt dışında ve Karahanlılarla sınırdaş olarak da yine Türkler tarafından kurulmuş Gazneliler devleti bulunuyordu. Atalarımız olan Türkmenler, yâni Oğuzlarla Karlukların Müslüman çoğunluğu bu iki Türk devleti arasında onların hâkimiyet ihtiraslarına âlet olduktan sonra Gazneliler tarafından kendilerine verilen topraklara girdiler. Fakat askerliklerindeki kuvvet ve şiddet dolayısıyla tabî oldukları devleti ürkütmekte gecikmediler. Gazneliler, Türkmenlerin kudretini kırmak için başkanları Arslan Yabgu’yu yakalayarak hapsettilerse de başlarını kaybetmek onların gücünü kırmak şöyle dursun, aksine hınçlarını arttırdı ve Gaznelilerle yapılan bir sıra çarpışmalardan sonra nihayet 1040 ta kazanılan Dandânakan Meydan Savaşı ile Horasan’da bağımsız bir devlet kuruldu. İşte Horasan’da kurulan bu devlet, İslam müverrihlerinin Selçuk Devleti dediği bu yeni teşekkül, bizim devletimiz, yâni Türkiye’dir.

Horasan’da kurulan bu devlet Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu’yu sonradan fethetmiş ve en son aldığı Anadolu’nun kapıları 1071 Malazgirt Savaşı ile açılmıştır. Selçukların Türkiye’si İslâmiyet’ten önceki ve sonraki bütün zamanlarda olduğu gibi, birkaç hükümdarla birden idare olunurdu. Devletin genişliği ve Türk hâkimiyet telâkkisi bunu gerektiriyordu. Selçuk Türkiyesi’nde dört sultan bulunuyor, fakat bunlardan üçü Horasan’daki büyük sultanı baş tanıyordu. “Rum” yâni Anadolu’daki sultan bu tabî hükümdarlardan birisiydi. Bütün eski tarihimizde olduğu gibi tâbî hükümdarlar büyük sultana danışmadan yabancı komşularıyla ve hattâ bazan birbirleriyle de çarpışıyorlar, fakat bu hâl, Avrupa milletlerinde de gördüğümüz gibi devletin birliğini bozmuyordu.

Türkiye’nin tarihindeki garip bir tecelli ile devletimiz, bütün diğer devletlerden farklı olarak kurulduğu toprakları kaybedip sonradan aldığı topraklar üzerinde tutunan tek devlet örneği olarak kalmıştır. Almanya, İngiltere, Fransa hâlâ kuruldukları topraklar üzerindedir ve normal olanı da budur? Fransa Galya’yı kaybedip de nüfusunun yarısı Kuzey Afrika’ya yerleşse veya İngiltere Britanya adasının güney bölgesinden çıkarılıp İskoçya’ya sığınsa bu durum tabiî sayılabilir mi? Sayılamaz. Onun gibi bizim de kurulduğumuz toprakları, hâlâ Türk’le dolu ve bu devleti kuranların mezarları ile süslü toprakları unutamayıp hissen oraya bağlı kalmamız kadar tabiî bir netice olamaz.

Aile, toplum veya devlet, herhangisi olursa olsun bir topluluk erdemle kurulursa sağlam olur. Temelinde rezillik bulunursa çabuk çöker. Devletimiz erdemle kurulan bir topluluktur. Tarihe yiğitlik ve feragatle girmiştir. Devlet kurulduğu zaman başkanlığa üç aday vardı. Fakat bu mevkide en büyükleri olan Mûsâ Yabgu veya en kahramanları olan Çağrı Beğ değil, en küçükleri Tuğrul Beğ geçirildi. Bunda, savaş meydanlarındaki çelik kılıçlı demir bileklilerin, barıştaki insanî kalplerinden taşan bir şefkat duygusunun izlerini de görüyoruz. ÇünküTuğrul Beğ‘in çocuğu olmuyordu. Amcası ve kardeşi onun bu büyük ıstırabını devlet başkanlığı ile gidermek yolunu tuttular. İşte devletimizin ilk başkanı, büyük Sultan Gazi Tuğrul Beğ‘dir.

Selçuk hanedanından sonra bu devletin başında Çengiz hanedanı bulunmuş, büyük Çengiz imparatorluğunun batı kolu olan İlhanlılar, ağırlık merkezleri Azerbaycan olduğu halde Türkiye’yi yürütmüşlerdir.

Şimdiye kadar Çengiz çocukları, bizim tarihlerimizde Moğol veya Tatar diye anılarak yabancı bir devlet ve hanedan gibi gösterilmiştir. Gerçeğe uymayan bu fikri kabul edince Türklerin uzun bir zaman yabancı hâkimiyeti altında yaşadığını da kabul etmek gerekir ki, bu da şimdiye kadar hiçbir zaman bağımsızlığını kaybetmemiş bir millet olduğumuz hakkındaki övüncümüzü ortadan kaldırır. Eski Gök Türklerden indiği, çağdaş müverrihler tarafından kabul edilen Çengiz Han kültür ve ülkü bakımından da Türk’tü. Onun yabancı gösteren şey, XIII. Yüzyılda artık Müslüman bir millet olan Türkler arasında eski dine bağlı kalan bir azınlığa mensup oluşu, bir de Moğollar üzerinde hâkim bir ailenin ferdi olarak Arap ve Acemler tarafından Moğol diye ilân edilişidir.

İkinci hanedanımız olan İlhanlıların en büyük hizmeti Anadolu ve Azerbaycan’ı kesin suretle Türkleştirmeleridir. Çünkü XI. Yüzyıl başlarında en iyimser hesapla bir buçuk milyon tahmin edilen Türkmenlerin Anadolu’ya yerleşenleri yarım milyondan fazla değildi ve bu nüfus yüzyıl kadar da Lâtin ve Cermen Avrupası’na karşı amansız savunma savaşları yapmak mecburiyetinde kalmıştı. 1. Kılıç Arslan’ın haçlı sürülerine karşı toplayabildiği Türk kuvveti elli bin kişiyi ancak buluyordu. İşte bu kadar az olan Anadolu Türklerinin tarihte Hindistan, Çin ve Mısır’daki hâkim Türklerin başına gelen “erime” felâketine uğramamaları, İlhanlıların Anadolu’ya getirdikleri yeni Türk unsurları ve Anadolu ile Azerbaycan’daki yabancıları büyük ölçüde sürmeleriyle kabil olmuştur. Bunu vahşet sayan Avrupalıların Türkistan’da büyük kırgınlar yapan ve teslim olan bazı şehirlerin ahâlisini topyekun öldürten Makedonyalı İskender’e “büyük” sıfatını vermeleri mantıksızlığın ve biraz da bize karşı kinin mahsulüdür. Avrupalılar bütün Asya milletlerini yenebildikleri halde Türklerin tek başlarına bütün batı dünyasına karşı yüzyıllarca süren şerefli mücâdele ve savunmasını unutamıyorlar. Onun için kendilerinde ve başkalarında normal gördüklerini bizde kusur olarak ileri sürüyorlar. İlhanlıların Azerbaycanı kesin olarak Türkleştirmeleri Acemleri de garip iddialara sevk ediyor: Onların fikrince “Moğollar” Azerbaycan’ı alıp Acem olan ahâlisinin diline iğneler sokmak suretiyle halkı “Türkçe” konuşmaya zorlamışlardır. Bir milletin, diline iğne sokulduğu için yabancı bir dili topyekûn öğrenerek konuşmaya başlanmasının gerçekle bağdaştırılmasındaki gülünçlük meydandadır.

İlhanlılar çağında bu devlet Tebriz ve Meraga civarından idare olunmuştur. Nasıl İznik, Konya, Kayseri, Bursa, Edirne, İstanbul, Ankara şehirleri başkentlik yapmışsa Azerbaycan’ın şehirleri de bir zamanlar aynı vazifeyi görmüştür. Bu, hareketliliğin, enerjinin ve gençliğin alâmetidir. Nitekim milletimiz XX. Yüzyılın medenî milletleri içinde göçebe halka mâlik tek milletse bu onun geriliğinden çok yaşama kabiliyetini ve gençliğini gösterir. Anadolu’da bizden önceki Hitit vesaire milletleri mahveden sıtma gibi hastalıklar Türkleri yok edemedi, edemeyecek. Köy ve kasabada sıtmadan kırılanların yerini derhal yayla ve dağdaki göçebeler işgal ederek siperde ölen askerlerin yerini tutan yeni kuvvetler gibi tarih ve zaman içindeki vazifelerini almaktadırlar.

Yüz yıl süren İlhanlı hanedanı sırasında yanlış tarih telâkkisinin müstakil hükümdarlar saydığı Osman Gazi ve onun oğlu Orhan Gazi birer şanlı uç beğinden başka bir şey değildir.

Yine aynı yanlış tarih telâkkisi Temir‘in yabancı, Tatar ve düşman sayılması sonucunu doğurmuştur. Temir veya Türkistanlıların söyleyiş şekline göre Aksak Temir Bek Kunlar, Gök Türkler ve Çengiz gibi mefkûrevî Türk devletini gerçekleştirmek isteyen bir hükümdardır. Onu bizim, yani Türkiye Türklerinin millî düşmanımız saymak yanlıştır, günahtır. Milliyetçi bir tarih görüşü Ankara Savaşı’nı bir kardeş kavgası saymak mecburiyetindedir. Ankara Savaşı’nda Aksak Temir ordusundaki Türkmenlerin sayısı belki de Yıldırım ordusundakilerden daha çoktu. Bu kadar insan vatan hâini miydi? Bu kadar çok vatan hâininin bir araya gelmesine imkân var mı? Onlar bu kavgayı bir hanedan ve otorite kavgası sayıyorlardı. Aksak Temir Bek umumî Türklük bakımından suç işlemiş midir? Bunu tartışmayı bir yana bırakıyorum. Çünkü her insanda kusur bulunacağını kabul ediyoruz. Tarihimizin en büyük fertleri olarak düşünebileceğimiz Fâtih, Yavuz, Kânûnî hatta Alp Arslan‘da kusur yok muydu? Gene en büyük fertler sayacağımız Mete‘de, Kür Şad‘da, Tonyukuk‘ta, Kül Tegin‘de birtakım kusurlar bulunmaz mı? Elbette Aksak Temir de büyük Türklük bakımından birtakım hatalı hareketler yapmıştır. Fakat o ilerisini görebilen bir insandı, İslav tehlikesini görmüş ve Yıldırım‘a Rus Leh Litvan sürüsünü müştereken imha etmek teklifini yapmıştır. Avrupa şövalye ordularını tepeleyen en büyük şövalye Yıldırım, maalesef bunu reddetmiştir. Acaba reddetmeseydi de o iki muhteşem ordu birleşseydi ne olurdu? Bir Türkçü şâirin dediği gibi:

Bütün Türkler bir olsa başkalaşır gidişler…

Aksak Temir, yalnız büyük Türk şâiri Abdülhak Hamid tarafından başka bir görüşle mütalâa edilmiş ve kendisine hak verilmiştir. Hamid‘in “Kambur” adı altında birleştirdiği bir eseri vardır: İlhan, Tarhan, Tayıflar Geçidi, Ruhlar, Arziler. İlk ikisi dünyada, üçüncü ve dördüncüsü uhreviyet âleminde, sonuncusu yine dünyada geçen ve birbirinin zeyli olan bu eserlerin üçüncüsünde Aksak Temir‘in ruhu da konuşmaktadır. Eserlerin başkahramanı olan KamburHamid‘in kendisidir. Şâir bütün fikirlerini, felsefesini, her şeyini ona söyletmektedir.Kambur‘un kendisi olduğunu bizzat tasrih ediyor.

Her halde büyük adamlardaki altıncı duygunun, sezginin tesiri ile Hamid, onun ülküsünü kavramış, takdir etmişti, Hamid, Tayıflar Geçidinde Temir‘in ruhuna şöyle dedirtiyor:

Ben a’resim (Topal) yolumda fakat sanma aksadım
Tatar ü Türk’ü müttehid etmekti maksadım. 

Însan yaratmak üzre yok ettim ceninleri 

Elbet duyulmaz onları ah ü eninleri… 

Dâri fenayı ben boyadım keyfe mettafâk, 

Sizler o renge kan deyiniz, ben derim şafak! 

Tathir için zamaneyi kanlar döken, yıkan, 

Mafû olur melâikeden almış olsa kan…

İnsan yaratmak üzere ceninleri yok etmek, büyük eser çıkarmak için yapılan acı bir ameliyedir. Ve başkalarına kan rengi gibi gözüken şeyin şafak olması da beşerî her hadisenin zıt olan zümrelere başka başka gözükmesinden ibarettir. Devrin çirkefini yıkamak için kan kullanmak ve bunu meleklerden almak Hamid‘e yakışan heybetli bir fikirdir.

Aksak Temir “zamaneyi tathîr” için kan kullandı. Fakat bu temizlik için onun Hint, Acem, Ermeni, Frenk kanı dökmesini vahşet saymak gafletine düşemeyiz. Hiç bir millet tarih huzurunda kendi kendisini suçlama yanlışına düşmüyor.

Temir‘i Anadolu’yu yenip dağıttıktan sonra bırakıp gitmekle suçlandırmak da yanlıştır. Çelebi Sultan Mehmedve oğlu II. Murad, Türkistan’daki Temir ile oğlu Şâhrûh‘a tâbî birer hükümdardılar. Bu suretle de bir Türk birliği bilfiil tahakkuk etmişti. Bütün Türkiye’deki Osmanlı hanedanının hâkimiyeti ancak Fâtih devrinde başlamış ve Cumhuriyete kadar devam etmiştir. Şimdi Türkçü olarak düşünelim: Selçuk, İlhanlı, Temir, Osmanlı hanedanları ile Cumhuriyet devri hep birden bir tek devletin hayatını teşkil etmiyor mu? Bunları ayrı devletler gibi görmek kendi kendimizi parçalamak olmaz mı? Temir ile Yıldırım iki düşman ordusunun kumandanları olunca birbirlerine karşı çok sert davranan Karamanoğulları ile Osmanoğullarını veya Osmanlılarla Karakoyunluları da ayrı devletler ve millî düşmanlar saymak mecburiyeti doğmaz mı? Tarihimize bakarken şu veya bu hanedanın tarafını tutarak kendimizi onun milletinden saymaya hakkımız yoktur. Buna hakkımız olmadığı gibi devletimizin kurulduğu toprakları da bugün yabancı ülke saymaya mezun değiliz. Türkiye, Rumeli’yi fethedip de -Allah göstermesin- Anadolu’yu kaybetse, Anadolu toprakları da bizim için yabancı mı olur? Millî durum yalnız bir anın, bir zamanın durumu değildir. Çünkü millet de yalnız bir zamanda yaşayan insanlar değildir. Dün yaşamış olanlarla yarın yaşayacaklar da Türk milletini teşkil ediyor. Dünkülerin hakkını feda edemeyiz. Bu devleti kuranların ve bize bugün burada yaşamak imkânını verenlerin mezarları ile dolu yerleri düşünüp sevmek hakkımız ve vazifemizdir.

Kardeş kavgası her yerde olur. Napoleon, Almanya’yı istilâ ederken Cermanya İmparatorluğunu teşkil eden devletlerden bazıları Napoleon‘la birlikte asıl Almanya’ya karşı savaşmışlardır. Fakat Almanlar, Prusya ve Baviyera’yı ayrı devlet ve millet saymadıkları gibi, Baviyeralıları da hâin telâkki etmemişler, çocuklarına tarih okuturken yine tek Almanya’dan bahsetmişler, ancak bu kardeş kavgalarından bazı ibretler çıkarmaya çalışmışlardır.

Nazi Almanyası, Çekoslovakya’yı istilâ edip dünya basınının hücumlarına uğrayınca Hitler cihana karşı şu gerekçeyi ileri sürmüştü: “Alman imparatorlarının Prag’da yaşamış olduğunu unutuyorlar”. Görülüyor ki, başka milletler istilâ emelleri için bile eski birlik hakkına dayanıyorlar.

Bizim ilk padişâhımız Horasan’da yaşayıp ölmüş, fazla olarak da o bölgeye ebedi Türklük damgasını vurmuştur. Sözün kısası, yine bir mayıs ayında, 1040 yılının 23 Mayısında kazanılan Dandânâkan Meydan Savaşı’nın sonunda kurulan devletimiz bugüne kadar aralıksız gelen bir devlettir.

3 Mayısın mânâsına gelince: Tarihimiz içinde bir uyanışın başlangıcı olmak bakımından mühimdir. Batı medeniyetine giriş hareketi olan fakat yanlış anlayış ve tatbik ediş yüzünden bir aşağılık duygusunun teşekkülüne sebebiyet veren Tanzimat’tan beri kendimizi inkârda çok ileri gittik. Hattâ medeniyetlerin ülkelere hiçbir gümrüğe uğramadan gireceğini, Batı medeniyetini alırken onun tekniği, sanatı ve ilmi ile birlikte fuhuşunu da almamızın zârûri olduğunu söyleyen kişilere rastladık. 1944 de bu ileri gidişin ne derecelere geldiğini biliyorsunuz. Temiz Anadolu çocukları köy enstitülerinde birer komünist olarak yetişsin diye neler yapıldı. Bunu yapanların çoğu bugün teşhir olunmuştur. Haklarında daha da nice vesikalar ortaya dökülecektir. Bir sabah komünist olarak uyanmamız gibi korkunç ihtimali, 3 Mayıs 1944 te birkaç bin meçhul milliyetçi gencin yaptığı asil ve şuurlu hareket önledi. Millet kendisine yapılmakta olan suikastı anladı. Gerçi 3 Mayıs birçok ıstırapların kaynağıdır. Fakat o ıstıraplardan şuur ve saadet doğmaktadır. İlk zamanlarda küçük guruplar hâlinde sessizce kutlanan 3 Mayıs bugün kuvvetlenen ve büyüyen şuurlu bir kütlenin bayramı olmaktadır. İlerde bir gün gençlerin, Gök Türk kıyafetinde olarak büyük pâdişâhlarımızı türbeleri önünde yapacağı geçit resimlerinin heybetini ve ihtişamını düşünmek bile güzeldir.

Fazilet temelleri üzerine kurulan devletimizin birkaç kara gün geçirmesi onu asla sarsıp deviremez. En güzel şiirlerdeki birkaç vezin veya kafiye aksaması nasıl o şiirin güzelliğine engel değilse, bir iki çelme de bu devleti mazideki ve ilerdeki ululuğundan alıkoyamaz. Bu devlet ve vatan büyüyecektir. Çünkü uğrunda ölmeye hazır olanlar var. 359

(4 Mayıs 1952 de Ankara’da verilmiş konferansın metnidir.)

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu