Düşünce

Dilde Türkçülük – Ziya Gökalp

Yazı Dili ve Konuşma Dili

Türkiye’nin millî lisanı “İstanbul Türkçesi”dir; buna şüphe yok! Fakat, İstan­bul’da iki Türkçe var: Biri konuşulup da yazılmayan “İstanbul lehçesi”, diğeri yazılıp da konuşulmayan “Osmanlı lisanı”dır. Acaba, millî lisanımız bunlardan hangisi olacaktır?

Bu suale cevap vermeden, lisanımızı, başka lisanlarla mukayese edelim: Baş­ka lisanlar da milletlerinin payitahtlarına[1] ait lisanlardır. Fakat, başka payi­tahtların hepsinde konuşulan dille yazılan dil aynı şeydir. Demek ki, konuşma diliyle yazı dilinin birbirinden başka olması, sırf İstanbul’a mahsus bir hâldir. Umum[2] milletlerde bulunmayıp da yalnız bir millette tesadüf edilen bir hâl normal olabilir mi? O hâlde, İstanbul’da gördüğümüz bu ikilik lisanî bir hasta­lıktır. Her hastalık tedavi edilir. O hâlde bu hastalığın da tedavisi lazımdır. Fa­kat, bu tedaviyi yapabilmek, yani lisandaki ikiliği ortadan kaldırmak için, şu iki şeyden birini yapmak lazım: Ya, yazı dilini, aynı zamanda konuşma dili hâline getirmek, yahut konuşma dilini aynı zamanda yazı dili hâline koymak.

Bu iki şıktan birincisi mümkün değildir; çünkü İstanbul’da yazılan lisan, tabii bir dil değil, Esperanto gibi suni bir dildir. Arapça, Acemce ve Türkçenin kamusla- rını[3], sarflarını[4], nahivlerini[5] birleştirmekle husule[6] gelen bu Osmanlı

Esperantosu, nasıl konuşma dili olabilsin? Her mana için la-akal[7] üç mütera- difi[8], her terkip[9] için la-akal üç şekli, her edat için la-akal üç lafzı[10] muhte- vi[11] olan bu suni zevaid[12] halitası[13], nasıl canlı bir lisan hâline girebilsin?

Demek ki İstanbul’da yazı dilinin konuşma dili hâline geçmesi mümkün değil. Bunun mümkün olmadığı, asırlarca uğraşıldığı hâlde, muvaffakiyet[14] hasıl olmamasıyla[15] da sabittir. Farz-ı muhal[16] olarak, birtakım müstebidane[17] kanunlarla İstanbul ahalisi, bu acayip yazı diliyle konuşmaya başlamış olsaydı bile, yine bu yazı dili gerçekten millî lisan olamazdı. Çünkü, onu, konuşma dili olarak yalnız İstanbul’un değil, bütün Türkiye’nin kabul etmesi lazım gelirdi. Bu kadar büyük bir cemiyete ise zorla hiçbir şey kabul ettirilemezdi.

O hâlde, yalnız bir şık kalıyor: Konuşma dilini yazarak yazı dili hâline getirmek! Zaten, halk muharrirleri[18], bu işi eskiden beri yapıyorlardı. Osmanlı edebiya­tının yanında, halk diliyle yazılmış bir Türk edebiyatı, altı, yedi asırdan beri mevcuttu. Demek ki, lisanî ikiliği kaldırmak için yeniden hiçbir şey yapmaya lüzum yoktu. Osmanlı lisanını hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak, halk edebiya­tına temel vazifesini gören Türk dilini aynıyla millî lisan addetmek kâfi idi. İşte Türkçüler, lisanımızdaki ikiliği kaldırmak için şu umdeyi[19] kabul etmekle ik- tifa[20] ettiler: İstanbul halkının ve bilhassa İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak! Bu suretle yazılacak olan İstanbul’un konuşma diline (Yeni Lisan), sonra (Güzel Türkçe), daha sonra (Yeni Türkçe) adları verildi.

Halk Lisanına Girmiş Arapça ve Acemce[21] Kelimeler

Bazı muterizler[22] diyorlar ki “Siz Osmanlı lisanındaki Arabî ve Farisî kelime­lerden şikayet ediyorsunuz. Hâlbuki, halk dilinde de, bu lisanlara mensup bir­çok kelimeler vardır.”

Filhakika[23], halkın konuşma dili de Arapçadan alınmış birçok kelimeleri muh- tevidir[24]. Fakat halkın konuşma diline almış olduğu bu kelimeler, havas[25] sı­nıfından olan âlimlerle ediplerin Osmanlı lisanına almış olduğu Arabî ve Farisî kelimelerden iki suretle farklıdır.

Evvela, halk lisanında müteradif[26] kelimeler yoktur. Halk, Arapçadan ve Acemceden bir kelime aldığı zaman onun müteradifi olan Türkçe kelimeyi Türkçeden büsbütün atar: Bu suretle lisanda müteradif kelimeler kalmaz. Me­sela, halk (hasta) kelimesini alınca (sayru) lafzını[27], (ayna) kelimesini alınca (gözgü) lafzını, (merdiven) kelimesini alınca (baskıç) lafzını tamamıyla unut­muştur.

Vakıa[28], bazen halkın, Arapçadan ve Acemceden[29] aldığı kelimeler yanında, eski Türkçelerini de muhafaza ettiği görülüyor.

Fakat, böyle bir hâl vukuunda[30] da yine müteradif kelimeler vücuda gelemez. Çünkü, ya Arapçadan ve Acemceden alınan kelimenin, yahut eski Türkçe keli­menin manasında bir tagayyür[31] husule[32] gelerek, ikisi arasındaki mütera­diflik zail[33] olur. Mesela, (siyah) ve (beyaz) kelimeleri alındıktan sonra, (kara) ve (ak) kelimeleri Türkçede baki kalmış[34]. Fakat, ne (siyah) kelimesini (kara) kelimesinin, ne de (beyaz) kelimesini ak kelimesinin müteradifi[35] addedeme- yiz[36]. Çünkü, halk siyahla beyazı maddiyatta, kara ile akı maneviyatta kullanı­yor. Mesela siyah yüzlü bir adamın alnı ak olabilir, beyaz çehreli bir adamın da yüzü kara çıkabilir.

Bazen de, halkın Arapçadan ve Acemceden aldığı kelimelerin Türkçesi zaten mevcut olmadığı için müteradifliğe hiçbir sebep bulunmaz. Abdest, namaz, Kur’an, cami, ezan kelimeleri gibi.

Âlimlere ve ediplere gelince, bunlar hem, Türkçe kelimeleri, hem de bunların Arabî ve Farisî mukabillerini[37] tamamıyla aynı manada olarak kullanırlar. Bu suretle, onların Türkçesinde, her hususi mana için, biri Türkçe, biri Arap­ça, ve biri Acemce olmak üzere la-akal[38] üç tabir mevcuttur. Mesela (su, ab[39], ma[40]), (gece, şeb[41], leyl[42]), (ekmek, nan[43], hubz[44]), (et, guşt[45], lahm[46]) gibi. Osmanlı lisanında, mutlaka, her mana için, üçer müteradiften mürekkep[47] olan böyle bir (teslis[48]) mevcuttur. Bazı manaların Arapçada müteaddid[49] tabirleri bulunduğu için, bu gibi manaların müteradifleri bitta­bi[50] üçten daha fazla bulunur: Arslan, şir[51], esed[52], gazanfer[53], haydar[54], zırgam[55] ilh[56] gibi.

Saniyen[57], halk Arapçadan, Acemceden, ve sair[58] yabancı lisanlardan aldığı kelimeleri ya lafzen[59] yahut manen[60] (tahrif[61]) eder, yani temsil eyler.

Lafzen tahrife misal: (haste: hasta), (hafte: hafta), (nerdüban: merdiven), (çar- cupe: çerçeve), (gavga: kavga), (bekere: makara), (zukak: sokak), (pare: para).

Manen tahrife misal: (haste) kelimesi Farisîde (birisi tarafından yaralanmış) manasına iken, Türkçede (mariz) mukabili olmuştur. (Şafak) kelimesi Arapça- da (garp[62] ufkunun akşam kızıllığı) manasına iken, Türkçede (şark[63] ufku­nun sabah kızıllığı) manasını almıştır: (Şafak sökmek) tabirinde olduğu gibi. Farisîde (hace) kelimesi (efendi) manasınadır. Bu kelime, Türkçede hem lafzı- nı[64] değiştirerek (hoca) şeklini almış, ve hem de manasını değiştirerek (halk fakihi[65]) ve (mektep muallimi) manalarını almıştır. Farisî (bazar) kelimesi, bir noktalı (b) ile telaffuz olunur ve (çarşı) manasına delalet eder[66] bir kelime iken, Türkçede üç noktalı (p) ile telaffuz olunan ve hem cumartesinden sonra gelen günün ismi, hem de muayyen[67] günlerde muayyen mevkilerde kurulan günlük panayır demek olan (Pazar) şekline inkılap etmiştir. Pazarlık kelimesi de bu son şekilden doğmuştur.

(Pare) kelimesi de, Farisî lisanında (kısım, parça) manasına iken, Türkçede (para) şeklini almakla beraber, (mübadele[68] vasıtası olan sikke yahut kâğıt) manasını almıştır.

Bazı kelimeler zahirde[69] eski manasını muhafaza etmiştir. Fakat bu kelimenin dâhil olduğu terkipler[70] tetkik[71] olunursa, bu gibi kelimelerde de manaca gayr-i mahsus[72] tebeddüller[73] vukua[74] geldiği anlaşılır: Mesela (abdest) ke­limesi lafızca ve manaca değişmemiş görünür. Hâlbuki, bu kelimenin başındaki (a) harfi meddinî[75] kaybettiği gibi, nihayetindeki (t) harfi de telaffuzdan sa- kıt[76] olmuştur. Bundan başka, (büyük abdest) ve (küçük abdest) gibi terkipler gösteriyor ki manaca da bir tegayyüre[77] uğramıştır.

Demek ki halk, aldığı kelimeleri temsil ediyor. Evvela, (her mananın yalnız bir kelimesi olmalıdır) umdesine[78] riayet ederek, müteradifleri[79] kabul etmiyor. Ve (lisan)ı, her (kelime)si, vazifesi muayyen bir (uzuv) mahiyetinde[80] bulu­nan, (hakiki bir uzviyet[81]) şeklinde muhafaza ediyor. Tabii, bu işi, halk bilerek ve düşünerek yapmıyor; içtimai[82] bir selika[83] ile şuursuz bir surette yapıyor. Halkın lisanında her kelimenin mutlaka diğer kelimelerden ayrı bir manası var­dır. Ve halkın idrak sahasına girmiş olan fikrî ve hissî her mananın da mutlaka bir kelimesi vardır.

Âlimlere ve ediplere gelince, bunlar, halkın temsil mahiyetinde olarak yaptığı bu tagayyürleri[84], tahrif[85] mahiyetinde[86] telakki[87] etmişler ve halkın Ara- bî ve Farisî kelimeleri gerek lafzen[88] ve gerek manen[89] tagayyür etmekle mey­dana çıkardığı kelimelere (galatat[90]) namını vermişlerdir. Âlimlerin galatat namıyla yazılmış kitapları tetkik[91] olunursa görülür ki, onların nazarında[92] fasahat[93], Arabî ve Farisî kelimeleri, Türkçede aldıkları şekillerde değil, esa­sen mensup oldukları lisandaki kadim[94] şekillerinde kullanmaktır. Bu telak- kiye[95] göre, Osmanlıcanın hiçbir istiklali, hiçbir temsil salahiyeti[96] yoktur. Daima kelimeler, gerek lafzen[97] ve gerek manen kadim şekillerine irca[98] edil­meli ve hatta, kelimelerin imlaları da mutlaka bu eski şekillere göre yazılmalıdır. Bu telakkinin daha iyi anlaşılması için, bir vakayı misal olarak zikredeceğim:

Bir zaman Darülfünun’da, felsefi ıstılahları[99] tayin ve tespit etmek üzere ilmi bir encümen[100] teşekkül etmişti[101]. Bu encümende fasahatçılardan biri (dik­kat) kelimesinin (attention) mukabili[102] olamayacağını ileri sürdü: Güya, (dikkat) kelimesi, (dakik=ince) sıfatından iştikak[103] ettiği için (incelik) ma­nasına imiş.

Bu iddiaya karşı, (incelik) kelimesi lisanımızda varken, bu manaya delalet[104] eden (dikkat) kelimesine ihtiyacımız yoktur. Fakat, halkın kullandığı manada olmak üzere, bu kelime lisanımızın atılması mümkün olmayan elzem[105] bir unsuru olmuştur denildi. Fakat, muteriz[106] kabul etmedi: “Dikkat” kelimesi daima (incelik) manasına kalacaktır. Halkın kullandığı tabirleri, ilim kabul edemez.

Doğru olan kelimeler, kelimelerin eski şekilleridir. Kelimelerin hakiki manala­rı, istimalle[107] değil, iştikakla[108] bilinir. Binaenaleyh[109] attention kelimesine başka bir mukabil[110] aramalıdır” cevabını verdi. Bu esasa istinaden fasahatçılar attention kelimesine mukabil aramaya başladılar. Birisi (tahdik[111]) kelimesini ileri sürdü, bir diğeri (iltifat) kelimesini teklif etti. Güya (tahdik) kelimesi, (göz­bebeği) manasına olan (hadeka[112])dan gelirmiş. Dikkatte de bilhassa amil[113] olan gözbebeği imiş. (İltifat)ın Arapçadaki manası da (göz ucuyla bakmak) imiş. (İltifat) kelimesi, lisanımızda başka manayadır denildi. (Öyle şey olmaz, Arapça, Acemce kelimeler, bizim lisanımızda kadim[114] asaletlerini ve fasahatle- rini[115] muhafaza edeceklerdir. Avamın cehaletle yaptığı tahriflere galatat deni­lir. Bunların hepsini terk ederek, kelimelerin kadim ve fasih şekillerini rücu[116] etmek lazımdır.) diye cevap verildi.

Görülüyor ki, halk, aldığı kelimeleri lafzen ve manen[117] temsil ettiği hâlde, fa- sahatçı[118] âlimler bu temsilin aleyhindedirler. Halka göre, galat-ı meşhur[119], lugat-ı fasihadan[120] evladır[121], âlimlere göre ise, lugat-ı fasiha galat-ı meşhur­dan evladır. Bundan başka, halka göre, memleketimizde istiklal ve hükümran- lık[122], ancak Türk lisanındadır. Bu lisana giren Arapça ve Acemce kelimeler Türk lisanının hâkimiyeti altına girerek onun (savtiyat[123] = phonetique)ine ve (lügaviyat[124] = lexicologie)ine tabidir. Siyasi kapitülasyonlar, siyasi istiklal ve hâkimiyete münafi[125] olduğu gibi, lisani kapitülasyonlar da, lisani istiklal ve hâ­kimiyete münafidir. [Lakin, yine tasrih[126] edelim ki halk bunu şuurlu bir suret­te düşünmüyor, arının bal yapması gibi, şuursuz ve seliki[127] bir surette yapıyor.

Âlimlere nazaran, bilakis, istiklal ve hâkimiyet ancak Arabî ve Farisî kelimelerinde mevcuttur. Biz, onların istiklal ve hâkimiyetine asalet ve fasahatine[128] hürmet et­meye mecburuz. Bizim lisanımıza gelince, o, zaten yüzde doksan dokuz Arabî ve Farisî kelimelerden mürekkep[129] olduğu için, istiklal davasında bulunamaz.

Görülüyor ki lisani Türkçülüğün ilk işi, fasahatçı âlimlerin nokta-i nazarları- nı[130] red ile, halkın şuursuz nokta-i nazarlarını Türkçenin temeli olarak kabul etmektir. Binaenaleyh[131] Türkçülere göre, Osmanlıcıların fasihleri galat[132] ve galatları fasihdir. Hatta imlada da, bu galatları, telaffuz olundukları gibi yaz­mak, Türkçülüğün bir umdesidir[133]. Bu esası ecnebi kelimelere de teşmil[134] ederek fasahatçıların, sigara, jaket, Avrupa, şeklinde yazdıkları bu kelimeleri, halkın telaffuzu veçhile[135] (cigara, caket, Avrupa) yazmak lazımdır.

Türkçüler ve Fasahatçılar

Türkçülerin lisani umdeleri, fasahatçılara[136] ait nokta-i nazarların zıttı olmak­la beraber, (tasfiyeci[137]) namını alan lisan inkılapçılarının nokta-i nazarlarına da muvafık[138] değildir. Tasfiyecilere göre, bir kelimenin (Türk) olabilmesi için, onun aslen bir (Türk cezr[139])inden gelmesi lazımdır. Buna binaen (kitap, ka­lem, abdest, namaz, mektep, cami, minare, imam, ders) gibi Arap veya Acem cezirlerinden gelmiş olan kelimeler halkın lisanına girmiş olduklarına bakılma- yarak Türkçeden atılmalı ve bunların yerine, ya unutulmuş olan eski Türk keli­meleri ihya, yahut, Çağataycada, Özbekçede, Tatarcada, Kırgızcada ilh[140]. bu­labileceğimiz aslen Türk cezrinden kelimeleri tervic[141], veyahut Türkçede yeni edatlar ve terkip[142] usulleri icat ederek bunlar vasıtasıyla yeni Türkçe kelimeler ibda[143] edilip ikame[144] kılınmalıdır. Türkçülere göre bu nokta-i nazarlar[145] da yanlıştır. Çünkü, evvela, hiçbir Türk cezrinin en eski zamanlara çıkıldıkça, Türk kalacağı iddia olunamaz. Bugün Türk cezrinden geldiğine kani[146] bulunduğu­muz birçok kelimelerin, vaktiyle Çinceden, Moğolcadan, Tunguzcadan, hatta Hintçeden ve Farisîden eski Türkçeye girmiş olduğu ilmen[147] sabit olmuştur.

Saniyen[148], kelimeler delalet ettikleri manaların tarifleri değil, işaretleridir. Bi- naenaleyh[149], kelimelerin hangi cezirlerden geldiğini nasıl iştikak[150] ettiğini bilmeye de lüzum yoktur. Bu gibi şeyleri bilmek, yalnız lisancılar (filolog) ve li- saniyatçılar (linguist)ler için lazımdır. Lisanın sistemi ve şivesi nokta-i nazarın­dan hatta muzırdır[151] bile! Çünkü, yukarıda Arap ve Acem cezirlerinden gelen kelimelerde gördüğümüz gibi Türk cezrinden kelimelerde de bazen istimali[152] mana iştikaki[153] manadan başkadır. Mesela (yabancı), yabandan gelmiş adam demek değildir. (Kahve altı) kahveden sonra yenilen yemek manasına gelmez. Bu gibi kelimeleri iştikaki manalarında kullanmak, lisani bir hastalıktır ki buna (iştikak hastalığı) denilebilir. Mesela bazı adamlar, (terlik) kelimesi söylenin­ce, bunun istimali manasına ehemmiyet vermeyerek, derhal iştikaki manasını ararlar ve (ter için ayağa giyilen ayakkabı) diye kelimeyi cezrine irca[154] etmeye çalışırlar. Hâlbuki, (terlik) kelimesinin manasını ararken, (ter) kelimesini hatır­lamak, şive-i nokta-i nazarından muzırdır. İştikak hastalığına uğramış bir ada­mın yanında mesela (yabancılar geldiler) dediğiniz zaman, o, (Yabancılar mı? Yabandan gelmişler, demek ki yabani adamlardır.) derse tuhafınıza gitmez mi? Yahut, (şu terliği giyiniz) dediğiniz zaman, (ayağım terli değil; terlik giymeye ihtiyacım yok) cevabını verirse, gayriihtiyari gülmez misiniz? Mamafih[155] hal­ka mahsus bir iştikakçılık da vardır ki, bu bilakis, hem normal, hem de faydalı­dır. Mesela, halktan olan kimseler (dilbaz) kelimesini (çok dilli, çok dil döken) manasına zannederler. Ve hatta, (dilbaz) suretinde yazarlar.

Halkın böyle yanlış iştikaklarla yaptığı tahrifler[156] de, bir nevi[157] şuursuz tem­sil vetiresidir[158]. Mesela, halk (âlâim-i sema)yı, (eleğim sağmal) şekline çevirir, (balimoz)u (balyemez) suretine sokar.

Ankara’da bir pınarın adı olan (Zülfazl) kelimesini (Sol fa sol) yapar. (Şerefre- san) vapurunu (Şerif Hasan), (Nüvid-i Fütuh)u (Delik Kütük), (Fetih-i Bülend) i (Yedi Bölen) tarzında Türkçe kelimeler hâline koyar. (Telgraf çekmekten) (tel çekmek) kelimesini doğurur.

İşte, bu gibi esaslara istinaden, Türkçüler tasfiyecilerin[159] lisan hakkındaki nok- ta-i nazarlarını[160] kabul etmediler. Türkçülere göre, Türk halkının bildiği ve tanıdığı her kelime millîdir. Bir kelimenin millî olması için Türk cezrinden[161] gelmiş olması kâfi değildir. Çünkü Türk cezrinden gelmiş olan (gözgü, sayru, baskıç, ağu) gibi birçok kelimeler, canlı lisandan çıkarak müstehase[162] olmuş­lar, onların yerine canlı olarak (ayna, hasta, merdiven, zehir) kelimeleri girmiş­tir. Nasıl hayvanat ve nebatat[163] âlemlerinde, müstehaselerin yeniden dirilme­sine imkân yoksa, lisani müstehaselerin de tekrar hayata avdet[164] eylemesine artık imkân yoktur. Hulasa[165], Türkçülere göre halk için munis[166] olan ve suni olmayan bütün kelimeler millîdir. Bir milletin lisanı, kendi cansız cezirlerinden değil, kendi canlı tasarruflarından mürekkep[167] canlı bir uzviyettir[168].

O hâlde, Türkçenin sadeleştirilmesi, yalnız bu esaslara istinad[169] etmeli, tasfiye­cilerin müfrit[170], iddialarına doğru gitmemelidir.

Tasfiyecilerin sair[171] Türk lehçelerinden kelime alması da yanlıştır. Çünkü, Türk lehçeleri, (anadili) mevkiinde bulunan kadim[172] Türkçeden ayrıldıktan sonra, her biri ayrı bir tekamül[173] istikametini takip etmiştir; gerek savtiyat[174] gerek şekliyat[175], gerek lugaviyat[176] itibariyle birbirinden uzaklaşmışlardır. Bi- naenaleyh[177], bu lehçelerin kelimelerini lisanımıza sokarsak, İstanbul Türkçe- sinin güzelliğini bozmuş oluruz. Zaten, bu lehçelerde mevcut olan kelimeler, lisanımızda da bulunduğu için, onlara hiçbir ihtiyacımız da yoktur. Yalnız, Türk medeniyeti tarihi, eski Türk müesseselerini[178] tarihi bir ba’sü ba’de’l-mevte[179] mazhar[180] ederken, bunların isimleri de, ilim tabirleri olarak lisanımıza girecek­tir. Bu ciheti[181], (müstehaselerin[182] dirilmesi) mahiyetinde[183] görmemelidir. Çünkü, bu kelimeler, şimdi lügat olarak değil, yalnız ıstılah[184] olarak lisanımıza gireceklerdir. Bu suretle girmelerinde hiçbir mahzur da yoktur.

Tasfiyecilerin[185] semai[186] edatları kıyasi[187] edatlar sırasına sokarak ve terkip[188] usulleri icat ederek bunlar vasıtasıyla, yeni kelimeler ibda[189] etmek istemeleri de yanlıştır. Çünkü, nasıl bir hayvanın yahut nebatın[190] uzviyetine[191], hariç­ten yeni bir uzuv idhal[192] etmemiz, mümkün değilse, lisana yeniden yeniye bir kıyasi edat yahut yeni bir terkip tarzı idhal etmemiz de öylece gayr-ı mümkün- dür[193]. Bundan dolayıdır ki (günaydın), (tünaydın) gibi terkipler yeni Türkçe- de yaşayamadığı gibi, semai edatlarla yapılmış olan tabirler de yaşayamadılar.

Mamafih[194], tasfiyecilerin bu ifratlı[195] inkılapçılığını bir tarafa attıktan sonra da edebiyatta, gerek Osmanlı lisanından atılacak kelimelerin gayet çok olduğunu görürüz. Gerek ilim ıstılahlarında[196], hiçbir lüzumları olmadığı hâlde alınmış nice kelimelere rast geliriz. Mesela coşkunluğa (cuşiş) demek lazım mı? Baş ağ­rısına (suda) demeye bir ihtiyaç var mı? Tıp kamusunu[197] ele alalım: Kemiğe (azm) başa (res), dişe (sin), sinire (asab) diyen bu kamusta, lisanımıza girmesine hiçbir ihtiyaç bulunmayan nice Arapça ve Acemce kelimeler vardır. (Adale) gibi, (hüceyre) gibi, (protoplazma) gibi Türkçede mukabili[198] bulunmayan kelimele­rin başımızın üstünde yeri vardır. Lisanımıza yeni ıstılahlar getiren bu gibi lafız- lara[199] millî kamusumuz açıktır. Fakat Türkçesi bulunan ve hiçbir hususi mana ile ondan ayrılmayan müteradif[200] kelimeleri artık lisanımızdan atmalıyız.

Sigalar[201] – Edatlar – Terkipler[202]

Türkçülere göre, bir lisan, başka lisanlardan, kendisinde müteradifi bulunma­mak şartıyla, kelimeler alabilmiştir ve alabilir. Fakat hiçbir lisan başka lisanlar­dan (siga) alamaz. Osmanlıcılara göre Osmanlı lisanı Arap ve Acem lisanların­dan kelimelerle beraber sigalar da alır. Mesela (mektup) kelimesi Osmanlıcılara göre, Arapçada (ketb) maddesinden (ism-i mef’ul)dür; manası (yazılmış, ya­zılan)dır. Buna binaen[203] Osmanlıcılara nazaran (hukuk-ı mektube) yahut (mektup hukuk) tabirlerini lisanımızda kullanabiliriz. Türkçüler, (mektup) ke­limesinin bu suretle istimalini[204] kabul etmezler. Çünkü, (ism-i mef’ul) sigası, Türkçede de mevcuttur: (Mektup) kelimesi ism-i mef’ul olduğu zaman Türk- çesi (yazılmış)tır. Demek ki Osmanlıcıların (mektup hukuk) dedikleri şeye biz (yazılmış hukuk) diyebiliriz. O hâlde, (mektup) kelimesinin bir ism-i mef’ul sigası olarak lisanımızda istimaline ihtiyaç yoktur.

Fakat, (mektup) lafzı, ism-i mef’ul sigası olduğu gibi camid[205] bir isim gibi de kullanılmaktadır. Fransızların (lettre) dedikleri şeye Türk halkı (mektup) adı­nı vermektedir. (Bir mektup yazdım. Bu hafta mektup aldım) cümlelerindeki (mektup) lafzı, işte bu ikinci manayadır. (Mektup)un bu şeklinde siga mahiye- ti[206] yoktur. Bu, alelade bir kelimedir. O hâlde, Osmanlıcada kullanılan bütün Arapça ve Acemce lafızları (siga) ve (kelime) olarak iki kısma ayırabiliriz. Bun­lardan siga mahiyetinde olanları derhal lisanımızdan atmalıyız, kelime kısmına dâhil olanları -eğer halk lisanında müteradifleri[207] yoksa- yeni Türkçeye tered­dütsüz kabul etmeliyiz.

Bu umdeye[208] göre (kâtip) lafzı ism-i fail ve binaenaleyh (yazan) manasına olarak lisanımızda kullanılamaz. Mesela, bu mektubun kâtibi kimdir? denile­mez. Fakat, kâtip, (secretaire) mukabili olarak halk lisanında eskiden beri kulla­nılmaktadır. Meclis kâtibi, tüccar kâtibi gibi.

Kitabet lafzı[209] da ne yazmak manasına bir (mastar), ne de (kâtiplik) manasına bir (ism-i mastar) olarak lisanımızda kullanılamaz. Adi bir isim olarak, sabık[210] (inşa) tabirinin ifade ettiği (composition) mukabili olarak kullanılmaktadır: Kitabet dersi, kitabet imtihanı.

(Mutasarrıf) lafzı da tasarruftan ism-i fail olduğu zaman bir sigadır. Bu siganın da kullanılmaması iktiza[211] eder. Mesela (şu tarlanın mutasarrıfı) diyecek yer­de (şu tarlada tasarruf sahibi olan adam) demeliyiz. Fakat bu lafız bir sancağın en büyük idare memuruna isim olduğu zaman, artık bir siga[212] mahiyetini[213] haiz[214] değildir, alelade bir isim hâlini almıştır.

Bu misaller gösteriyor ki, Arapçadan ve Acemceden siga mahiyetini haiz hiç­bir kelime almayacağız. O hâlde, ıstılah[215] olarak Arapça yahut Acemce bir kelimeyi kabul ettiğimiz zaman, onun iştikak[216] etmiş olan bütün lafızları da, beraberce almamalıyız. Mesela şu (iştikak) kelimesini, biz ıstılah olarak kabul etmişiz diye bunun (müştak, müştakkun minh, müştakkat) gibi sigalarını da kullanmamız lazım gelmez. Vakıa[217], bazen (kitap, kitabet, kâtip, mektup) gibi aynı maddeden iştikak etmiş birçok kelimeleri lisanımızda kullanmaktayız. Fa­kat yukarıda da kısmen gösterdiğimiz veçhile, bunların cümlesi eski siga ma­nalarını kaybetmiştir. (Kitap) lafzı, mastar sigası olduğu zaman (yazmak) ma­nasınadır. Kitap kelimesi bu manada olarak lisanımızda asla kullanılmamıştır. Kitap lafzı bir kelime olduğu zaman Fransızca (livre) kelimesinin mukabilidir. İşte, Türkçede ancak bu manada kullanılmaktadır. (Muharrir[218]) kelimesini re- dacteur mukabili olarak kullanabiliriz. Fakat, ism-i mef’ul bünyesiyle yazılması manasında bulunan (muharrer) kelimesini kullanamayız: Mesela (balada[219] muharrer[220]) diyemeyiz, (yukarıda yazılan) demeliyiz. (Tahrir) mastarı da kul­lanılamaz. Fakat, (tahrirat) kelimesi, resmi mektupların hususi ismi olduğun­dan, cem[221] sigasında tanınmamak şartıyla kullanılabilir.

Bir kelimenin cem şekli de, kelime değil, sigadır. Binaenaleyh[222], Arapça, Acemce cem sigaları da lisanımızda kullanılamaz. Binaenaleyh (zabitan), (zub- bat) gibi sigalar, yeni Türkçeye giremez. Türkçenin kendisine mahsus cem sigası, (1er) edatıyla yapılır. O hâlde lisanımızda (zabit)in cemi, yalnız (zabitler)dir.

Mamafih[223], bazı Arapça ve Acemce cemler vardır ki, lisanımızda cem mana­sını, binaenaleyh siga mahiyetini kaybetmişlerdir. Yukarıdaki (tahrirat) kelime­si bu kabilden[224] olduğu gibi, ahlak, talebe, amele, edebiyat, yâran, evlat gibi birçok tabirler bu kadroya dâhildir. Bu kelimelerin lisanımızda, cem sigasında olmadıklarının bir delili de, Türkçenin (ler) edatıyla cemlenebilmeleridir: Ah­laklar, talebeler, ameleler, edebiyatlar, yâranlar, evlatlar, tahriratlar gibi.

2. Bir lisan, başka lisanların yalnız sigalarını değil, edatlarını da alamaz. Çünkü, bir kelimenin gerek başına dâhil, gerek sonuna lahik[225] olan edatlar da onu siga mahiyetine sokarlar.

Lisaniyat[226] ilminde gerek sigalara, gerek hususi bir manayı haiz bir edat ila­vesiyle manası değişmiş olan edatlı lafızlara[227] (morfem) namı verilir. Demek ki, hiçbir lisan başka lisanlardan (morfemler) alamaz diyecek olursak, bu sözle hem sigaların[228], hem de edatların bir lisandan başka bir lisana giremeyeceğini anlatmış oluruz.

Zaten, Arapçadan ve Acemceden alacağımız bütün edatların Türkçede muka- billeri[229] vardır: (hem-dert=dertdaş), (hem-fikir=fikirdaş), (tac-dar=taçlı), (daniş-mend=danişli), (sitem-kâr=sitemci) gibi. Bunların, mutlaka Türkçeleri­ni kullanmak iktiza[230] eder.

Mamafih[231] (hükümdar, hemşire, pergâr) gibi kelimede; iştikak[232] usulüyle bulacağımız (dar, hem, kâr) edatları edatlıktan çıkmışlar, kelimenin içinde eri­mişlerdir. Binaenaleyh[233], şu (hükümdar, hemşire, pergâr) kelimelerin de, artık (morfem) mahiyeti[234] kalmamıştır. Bunlar da, lisani vicdan nazarında, sair[235] isimler gibi camid[236] kelimeler mahiyetine[237] girmişlerdir.

Acemceden müstesna[238] olarak, yalnız üç edat, halk lisanına girmiştir: Bun­lardan biri gerçekten edat olan nisbet (i)sidir. Diğerleri esasen isim oldukları hâlde, halkımızın lisanında edat hâline düşen (hane) ve (name) lafızlarıdır.

(i) edatı, evvela, hususi renkleri ifade eden sıfatların sonlarında görülür: Patlı­canî, demirî, gümüşî, kurşunî, portakalî, samanî ilh[239].

(i) edatı saniyen[240], Türk musikisinde her kabilenin hususi nağmesine, hususi marşına verilen isimlerde görülür: Türkmanî, Varsağî, Bayatî, Karcıharî (Kara- çar), Türkî gibi bu iki nevi[241] misallerde gördüğümüz (i) edatı Türkçe bir edat hükmüne geçmiştir. Bunun bariz delili, Türkçe kelimelere lahik[242] olabilmesi­dir. Fakat (i) edatı bu iki dairenin haricinde kullanıldığı zaman, Türkçe değildir. O hâlde, o gibi tabirleri kullanmayarak Türkçe mukabillerini aramalıyız:

Mesela (edebî hafta) yerine (edebiyat haftası) diyebiliriz. (Hayatî mesele) yerine (hayat meselesi) diyebiliriz. (Ser-kitabi)ye (baş kitapçı) diyebiliriz. (Cebrî)ye (cebirci), (heyetiyyun)a (heyetçiler) diyebiliriz.

Bu gibi suretlerle (i) edatının istimalini[243] azaltmakla beraber; maatteessüf[244] en esaslı umdemize[245] ve kaidemize muhalif olarak; birçok ıstılahlarda[246] bu edatı kabul etmek ıztırarındayız[247]. Türkçülük yeni Türkçeye güçlük çıkaran bütün mukavemetleri[248] kırdığı hâlde bu küçük edat karşısında consession yap­maya mecbur oldu. Mesela, tabiî hadiselere tabiat hadiseleri diyebiliriz. Fakat şu hadise tabiîdir, yahut değildir demek icap edince (i) edatının büsbütün atı­lamayacağını itirafa mecburuz. Marazî, içtimai, ruhî, hayatî, bünyevî ilh[249] gibi kelimeler de aynıyla bu (tabiî) kelimesi gibidir. Mamafih[250], mademki bu edat, iki nevi kelimelerde Türkçe bir edat hükmüne geçmiştir; onu sair kelimelerde de -bilhassa ıstılah oldukları zaman- kullanmak caiz olabilir. (Hane) lafzını[251]: yazıhane, yemekhane, yatakhane gibi tabirlerde ve (name) lafzını yıldızname, Oğuzname gibi tabirlerde görüyoruz. Lüzumuna mebni[252] bu lafızlar da Türk­çe edatlar arasına idhal[253] edilir ise lisanımız zenginleşir.

Bir lisan başka lisanlardan sigalar[254] ve edatlar alamadığı gibi terkip[255] kaidele­ri de alamaz. Halbuki, eski Osmanlı lisanında Arapçanın, Acemcenin her türlü terkipleri mevcuttu: İzafi[256] terkip, tavsifi[257] terkip.

Terkipler de, sigalar ve edatlar gibi, (morfem) kadrosuna dâhildir. Her lisanda gerek muzafunileyh[258] ve gerek muzaf[259] birer morfemdirler, sıfat da, mev-

suf[260] da birer morfemdirler. O hâlde, başka lisanlardan terkip alınmaması hak- kındaki asli kaidenin bir ferinden[261] ibarettir.

Türkçede izafi ve tavsifi terkiplerin her nevi[262] bulunduğu için, Arapça ve Acemce terkiplere hiçbir ihtiyaç yoktur. Eski Osmanlı edipleri ve âlimleri bu ter­kipleri bir ihtiyaç sevkiyle almamışlardır. Onların nazarında Arapça ile Acemce lisan olarak Türkçeden güzel oldukları gibi, Arapça ve Acemcenin kelimeleri, sigaları, edatları ve terkipleri de Türkçeninkilerden daha güzeldir.

Hâlbuki hiçbir lisana objektif olarak diğer lisanlardan daha güzeldir denilemez: Her lisanın kendisine mahsus bir güzelliği vardır. Her millet, subjektif olarak ken­di lisanını daha güzel görür. Evet, Arapça güzel bir lisandır, Farisî de güzel bir li­sandır. Fakat, bu lisanlar, en ziyade kendi milletlerine güzel görünür. Bizim için de en güzel görünen lisan Türkçedir. Kelimelerin, sigaların[263], edatların, terkiplerin güzelliği kendi lisanlarına nispetledir. Bunlar ancak kendi lisanları içinde güzel­dirler. Arapça bir kelime, Arabî bir cümle içinde güzel olduğu gibi, Acemce bir terkip de Farisî bir cümle içinde güzel görünür. Bir kadının gayet güzel olan göz­lerini yahut burnunu başka bir kadının simasına nakledinîz. Bunları orada çirkin görürsünüz. Bunun gibi, her lisanın kelimeleri ve terkipleri de, cümleleri içinde ne kadar güzelse başka lisanların cümleleri içinde de o kadar çirkindir.

İstitrad[264]:

Türkçülüğün Tarihi, mebhasında[265], tasfiyecilerin[266] halk lisanına geçmiş olan Arapça ve Acemce kelimeleri de Türkçeden çıkarmak istediklerini yazmıştım. Dün Fuat Raif Bey’le bu hususa dair tekrar görüştük. Tasfiyecilerin lideri mevkiinde bulunan mumaileyh[267], halk lisanına geçmiş olan Arapça ve Acemce kelimelerin Türkçe sayılması hususunda bizimle hiçbir ihtilafı[268] olmadığını ve aramızdaki ihtilafın edatlara münhasır[269] olduğunu söyledi. Yukarıda izah ettiğim veçhile; yeni Türkçecilere nazaran, Türkçenin kıyasi[270] edatlarıyla istenildiği kadar, yeni kelimeler ibda[271] edilebilir. Fakat, semai[272] edatlarıyla yeni kelimeler yapılamaz. Fuat Raif Bey, kendisinin bu fikre şiddetle muhalif olduğunu edatlarda (semai, kıyasi) tasnifini tanımadığını, Türkçenin her türlü edatlarıyla yeni kelimeler ya­pılabildiği gibi, Kırgızcadan, Özbekçeden, Tatarcadan alınacak yahut büsbütün yeniden yaratılacak edatlarla da yeni kelimeler ibda olunabileceğini söyledi. Hatta Farisîdeki nisbet (i)sine mukabil olarak (ki, gı) edatını icada taraftar olduğunu mesela, (hayatî) sıfatı yerine (hayatkı), (edebî) sıfatı yerine (edebki) kelimelerini kullanmak mümkün bulunduğunu beyan etti. O hâlde, yukarılarda (tasfiyecilik) hakkında yazdığım şeyleri bu beyanata nazaran tashih[273] etmek lazım gelir.

Yeni Türkçenin Harslaştırılması[274] ve Tehzibi[275]

Bazıları, yeni Türkçeyi yalnız menfi[276] umdelere[277] malik[278] zannederler: Li­sanımızda, Osmanlı edebiyatının soktuğu fazla ve muzır[279] birçok lafızlar[280], sigalar, terkipler, edatlar var. Yeni Türkçe, yalnız bu fazla unsurların lisanımız­dan çıkarılmasıyla meydana gelemez. Bu hedef yeni Türkçenin yalnız menfi gayesidir. Yeni Türkçenin müspet[281] gayeleri de vardır. Çünkü, eski Osmanlı- canın hastalığı yalnız fazla lafızları, sigaları, kelimeleri, edatları havi[282] olma­sından ibaret değildi. Hastalık bundan ibaret olsaydı, bu fazla unsurları atmakla lisanımızı kolayca tedaviye muvaffak olabilirdik. Hâlbuki eski Osmanlıcanın ikinci bir hastalığı da birçok kelimelerinin eksik bulunmasıydı. Türkçülüğün zuhuruna[283] kadar, lisanımızda manalı ve vuzuhlu[284] olarak felsefi bir makale yazılamaması, edebiyatta da muhallidelerden[285] hiçbirinin vazıh[286] ve doğru tercümesinin yapılamaması bu eksikliğin canlı delilleridir.

O hâlde, lisanımızın tam bir tedavisi, bu eksik kelimelerin aranıp bulunmasıyla ve lisani uzviyetimizde[287] yerli yerine konulmasıyla kaimdir[288]. İşte, yeni Türk- çenin müspet[289] gayesi bundan ibarettir.

Yazı lisanımızda eksik olan kelimeler iki kısımdır: (1) – Millî tabirlerdir. İstan­bul’da ve Anadolu’da kullanılan birçok tabirler, hususi terkipler, galisizmler[290] ve cümleler vardır ki yazı lisanımıza henüz girmemiştir. Hâlbuki lisanımızın millî zenginliğini, bedii[291] hazinelerini bunlar teşkil eder. Her şehrin muallimleriyle Türk Ocakları ve Etnografi Müzesi bu hususi tabirleri toplamaya çalışırsa, bun­lardan birçoğunu elde etmek mümkün olur. Halk kitaplarında, halk masallarıy­la halk şiirlerinde ve darb-ı mesellerde[292] bu gibi tabirlere ve lisani hususiyetlere çok tesadüf edilir. Bilhassa (Dede Korkut) kitabından bu nokta-i nazardan[293] çok istifade edebiliriz. Çünkü bu kitap Oğuzların (İlyada)sı mahiyetindedir[294]. Ve lisanı da eski Oğuzcadır. Demek ki bize mahsus Türkçenin anasıdır. Bu kitap, hiç tahrife[295] uğratılmaksızın, yeni imla ile muntazam ve okunaklı bir şekilde yeniden tab[296] olunsa, yeni Türkçemizin zengin bir hazinesi olacaktır. Başka Türk lehçeleriyle yapılacak mukayeseler de, bize Türk şivesinin birtakım müş­terek hususiyetlerini gösterebilir. Mesela, Orhon kitabesinde (işimi, gücümü kime vereyim?), (ilim törem hani?), (begli bodunlu) gibi tabirler görüyoruz.

Bu tabirlerin birincisi hâlâ lisanımızda (iş güç) suretinde kullanılmaktadır. İkin­cisinin tarzında birçok tabirlere rast geliriz: (oymağımız, töremiz), (yurdumuz, ocağımız), (evimiz, barkımız), (soyumuz, sopumuz) gibi. Üçüncüsüne benze­yen tabirlerimiz de şunlardır: (irili ufaklı; büyüklü küçüklü)

Bunlardan başka, Kırgız Kazakların (Manas) destanı ve sair Türk şubelerinin ma­sallarıyla şiirleri bize Türk lehçelerinin müşterek ve hususi şivelerini gösterebilir.

(2) Yazı lisanımızda eksik olan kelimelerin ikinci kısmı beynelmilel[297] kelime­lerdir. Bir millet hangi medeniyet zümresine, hangi beynelmileliyete[298] mensup­sa, onun bütün ilmi mefhumlarını[299], felsefi görüşlerini, edebî hayallerini ve şiiri duygularını ifade edecek hususi kelimelere malik[300] olması da lazımdır. Türkler, şimdi Avrupa medeniyetine kati bir surette girmeye azmettiklerinden, bütün Av­rupai mefhumları ve manaları ifade edecek yeni kelimelere muhtaçtırlar.

Bu kelimelerin lisanımızda vücuda gelmesi için, ne yapmalı? Bunun için en fe- yizli[301] çare, Avrupa lisanlarında yazılmış olan bütün edebî muhallidelerle[302] ilmi ve felsefi monografilerin yeni Türkçeye birinci derecedeki üslupçular va­sıtasıyla, büyük bir itina ile tercüme edilmesidir. Bu tercümelerle beraber, yeni Türkçeye birçok kelimeler ve ifade tarzları girdikten maada[303], birçok lisani in­celikler ve seyyaliyetler[304], sarfi[305] aletler ve uzuvlar, nahvi[306] mekanizmalar ve teşkilatlar, hissî ve sırrî[307] manaları ifade edecek yeni kabiliyetler de girecektir. Bu suretle, yeni Türkçe, hem en yüksek düşünüşleri hem de en samimi ve oriji­nal duyuşları anlatmaya muktedir bir tercüman olacaktır.

Tercüme esnasında, memleketimizce büsbütün yeni olan birçok mefhumlara[308] ve manalara tesadüf edileceğinden, bunlar için mukabiller bulmak lazım gele­cek: Bunun için ne yapmalı?

Evvela, bu manaların kelimeleri yazı lisanımızda yok olsa da, konuşma dilimizde belki vardır. Hayvan, nebat[309], eşya, alet isimleri lisanımızda çoktur. Coğrafi vaziyetleri ifade edecek kelimelerse, gayet çoktur. Samimi duyguları sezdirecek hissî kelimelerimiz de epeyce vardır. Demek ki ıstılahlar[310] ve yeni manalar için, ibtida[311] halk diline müracaat etmemiz lazım gelir.

Bu vasıtaya müracaattan sonra da bulamadığımız yeni manalar kalırsa o zaman, Türk edatları, sigaları[312] ve terkip kaideleriyle yeni kelimeler ibdaına[313] çalışma­lıyız. Bu vasıta da kifayet etmezse, o zaman bi-z-zarure[314] Arapça ve Acemceye müracaat ederek bunlardan yeni kelimeler alırız. Fakat şu şartla ki, alacağımız kelimeler, terkip hâlinde bulunmamalı, tek kelime hâlinde olmalıdır. Mesela, evvelce (ilm-i menafiü’l-a’za) denilen fizyolocyaya, şimdi, tek kelime ile (garizi- yat[315]) deniliyor. Bunun gibi, ilmü’l-arza (arziyat[316]) ilm-i hayata (hayatiyat[317]), ilmü’r-ruha (ruhiyat[318]) deniliyor. Bugün, Arapça (yat) edatıyla, bütün yeni ilimlere kolayca isimler takabiliriz: Asuriyat, Mısriyat, cümudiyat ilh[319].

Bununla beraber, bazı ecnebi kelimeleri aynen kabul etmemiz de lazımdır. Bun­lar da iki kısımdır: Birinci kısmı, bir millete yahut bir devre yahut bir mesleğe mahsus hususi haletleri[320] ifade eden kelimelerdir ki bunlar hiçbir lisana ter­cüme edilmemiş, bütün lisanlar tarafından aynen kabul edilmiştir. Feodalizm, şövalyelik, Rönesans, reform, jakobenlik, sosyalizm, Bolşeviklik, aristokrat, de­mokrat, diplomat, tiyatro, roman, klasik, romantik, dekadan ilh.

İkinci kısmı, sınai[321] tekniklere ait her türlü alet, makine, eşya isimleridir. Bun­lar ekseriyetle doğrudan doğruya halk tarafından alınır ve bunlar da sair[322] milletler tarafından aynen kabul edilmiş, tercümelerine çalışılmamıştır: Vapur, şömendöfer, telgraf, telefon, tramvay, gramofon vesaire gibi.

Yeni Türkçenin asri[323] bir lisan olması için, yapılması lazım gelen bir iş daha vardır. (Fransızcadan – Türkçeye) kamus[324] kitaplarını tetkik edince görürüz ki Fransızca kelimelerin her manası için Türkçeden birkaç misal gösteriliyor. Hâlbuki, her mana için yalnız bir kelimemizin bulunması kâfidir. Mukabillerin böyle çok olması, ilk nazarda lisanımızın zengin olduğuna delalet eder. Hâlbuki iş öyle değildir. Kamusun başka sahifelerindeki başka kelimelere bakacak olur­sanız yine aynı kelimeleri görürsünüz. Bu suretle, bir Türkçe kelimenin birçok Fransızca kelimeye karşılık sayıldığını görürsünüz. Bundan anlaşılıyor ki Fran­sızca kelimelerin lisanımızda tam, muayyen[325], vazıh[326] karşılıkları yoktur.

Aynı zamanda herhangi bir lisanın mükemmeliyeti de her kelimesinin yalnız bir manaya ve her manasının da yalnız bir kelimeye malik[327] olmasıyla vücuda gelir. O hâlde, yeni Türkçeyi her kelimesi yalnız bir manaya delalet edecek ve her manası da yalnız bir tek kelimeye malik olacak hâle sokmalıyız. Avrupa lisanları birbirinden kolayca tercüme yapabilirler. Çünkü İngiliz, Alman, Rus, İtalyan ilh lisanlarının her kelimesi Fransızcanın bir tek kelimesine tekabül edercesine, bu lisanlar arasında bir tenazur[328] husule[329] gelmiştir. İşte, biz de yeni Türkçeye bu şekli vermeye çalışmalıyız. Bu esas üzerine bir Türk kamusu[330] ve bir de Türkçe- den Fransızcaya ve Fransızcadan Türkçeye kamuslar vücuda getirmeliyiz.

Yapılacak Türk kamusunda kelimelerin (Türkçe, Arapça ve Farisî) olduklarını göstermek doğru olamaz. Çünkü bir milletin kamusuna giren kelimeler artık o milletin millî lisanına mal olmuştur. Bu kelimelerin ne suretle teşekkül ettikleri yalnız, iştikaklarını[331] gösteren ve [ ] muterize[332] dâhiline alınan muhtasar[333] formüllerle anlatılır. Yeni Türkçenin yazılacak yeni sarfından[334] da Arapçanın ve Acemcenin sarf ve nahiv[335] kaideleri çıkarılarak, kitabın sonundaki (işti- kak[336]) kısmına konulmalıdır.

Yeni Türkçe, evvela lisanımızı lüzumsuz Arapça ve Acemce tabirlerle terkip­lerden temizlemekle, saniyen[337] ona henüz vücutlarından haberimiz olmayan millî tabirleri ve ifade tarzlarını ve salisen[338], henüz malik olmadığımız için ib- daına[339] mecbur bulunduğumuz beynelmilel[340] kelimeleri ilave etmekle husu- le[341] gelecektir. Bu üç ameliyeden[342] birincisine (temizleme) ikincisine (hars- laştırma[343]) üçüncüsüne (tehzib) namlarını verebiliriz.

Lisani Türkçülüğün Umdeleri[344]

Şimdi burada lisani Türkçülüğün umdelerini sıralayalım:

  1. Millî lisanımızı vücuda getirmek için, Osmanlı lisanını hiç yokmuş gibi bir ta­rafa atarak, halk edebiyatına temel vazifesini gören Türk dilini aynıyla kabul edip İstanbul halkının ve bilhassa İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak.
  2. Halk lisanında Türkçe müteradifi[345] bulunan Arabî ve Farisî kelimeleri at­mak, tamamıyla müteradif olmayıp küçük bir nüansa malik[346] olanları lisanı­mızda muhafaza etmek
  3. Halk lisanına geçip lafzen[347] yahut manen[348] galatat[349] namını alan Arap­ça ve Acemce kelimelerin tahrif[350] olunmuş şekillerini Türkçe addetmek ve im­lalarını da yeni telaffuzlarına uydurmak.
  4. Yerlerine yeni kelimeler kaim[351] olduğu için, müstehase[352] hâline gelen eski Türkçe kelimeleri diriltmeye çalışmamak.
  5. Yeni ıstılahlar[353] aranacağı zaman ibtida[354] halk lisanındaki kelimeler ara­sında aramak, bulunmadığı takdirde, Türkçenin kıyasi[355] edatlarıyla ve kıyasi terkip[356] ve tasrif[357] usulleriyle yeni kelimeler ibda[358] etmek, buna da imkân bulunmadığı surette Arapça ve Acemce terkipsiz olmak şartıyla yeni kelimeler kabul etmek ve bazı devirlerin ve mesleklerin hususi ahvalini gösteren kelime­lerle tekniklere ait alet isimlerini ecnebi lisanlardan aynen almak.
  6. Türkçede Arap ve Acem lisanlarının kapitülasyonları ilga[359] olunarak, bu iki lisanın ne sigaları ne edatları ne de terkipleri lisanımıza idhal[360]
  7. Türk halkının bildiği ve kullandığı her kelime Türkçedir, halk için munis[361] olan ve suni olmayan her kelime millîdir. Bir milletin lisanı, kendisinin cansız cezirlerinden[362] değil, canlı tasarruflarından terekküp[363] eden canlı bir uzvi- yettir[364].
  8. İstanbul Türkçesinin savtiyatı[365], şekliyatı[366] ve lugaviyatı[367], yeni Türk- çenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden ne kelime, ne siga[368] ne edat, ne de terkip kaideleri alınamaz. Yalnız, mukayese tarikiyle[369] Türkçenin cümle teşkilatına ve hususi tabirlerdeki şivesine nüfuz için bu lehçelerin derin bir surette tetkikine ihtiyaç vardır.
  9. Türk medeniyetinin tarihine dair eserler yazıldıkça, eski Türk müesseselerinin[370] isimleri olmak hasebiyle, çok eski Türkçe kelimeler, yeni Türkçeye girecektir. Fakat bunlar ıstılah[371] mevkiinde kalacaklarından, bunların hayata avdeti[372], müstehaselerin[373] dirilmesi mahiyetinde[374] telakki[375] olunmamalıdır.
  10. Kelimeler delalet[376] ettikleri manaların tarifleri değil, işaretleridir. Kelime­lerin manaları iştikaklarını[377] bilmekle anlaşılmaz.
  11. Yeni Türkçenin bu esaslar dâhilinde bir kamusuyla[378] bir de sarfı[379] vü­cuda getirilmeli ve bu kitaplarda yeni Türkçeye girmiş olan Arapça ve Acemce kelimelerin ve tabirlerin bünyelerine ve terkip tarzlarına ait malumat, lisanın fizyoloji kısmına değil, müstehasat[380] ve intisaliyat[381] bahsi olan (iştikak[382]) kısmına idhal[383]

Ziya Gökalp

[1] pây-ı taht: başkent

[2] ‘umûm: bütün

[3] kâmûs: sözlük

[4] sarf: gramer

[5] nahiv: sentaks

[6] husûl: üreme, türeme, çıkma

[7] lâ-akall: en az

[8] müterâdif: eş anlamlı

[9] terkîb: birleştirme

[10] lâfz: söz

[11] muhtevî: içerme

[12] zevâid: ziyade, fazlalıklar

[13] halita: karışım

[14] muvaffakiyet: başarı

[15] hâsıl olmak: peyda olmak, ortaya çıkmak

[16] farz-ı muhâl: olmayacak bir şeyi olacakmış gibi düşünme

[17] müstebidâne: zorlayıcı

[18] muharrir: yazar

[19] ‘umde: ilke, prensip

[20] iktifâ’: yeter bulma, yetinme

[21] ‘Acemce: Farsça

[22] mu’teriz: itiraz eden

[23] fi-l-hakîka: hakikatte, gerçekten

[24] muhtevî: içermek

[25] havas: üst

[26] müterâdif: eşanlamlı

[27] lâfz: söz

[28] vâkı’â: gerçi

[29] ‘Acemce: Farsça

[30] vukû’: olma, oluş

[31] tagayyür: değişme

[32] husûl: üreme, türeme, çıkma

[33] zâil: yok

[34] bâkî kalmak: kalıcı olmak

[35] müterâdif: eş anlamlı

[36] ‘addetmek: saymak

[37] mukâbil: karşılık

[38] lâ-akall: en azından

[39] âb: su

[40] mâ’: su

[41] şeb: gece

[42] leyl: gece

[43] nân: ekmek

[44] hubz: ekmek

[45] gûşt: et

[46] lahm: et

[47] mürekkeb: iki veya daha çok şeylerin karışmasından meydana gelen

[48] teslîs: üçleme

[49] müte’addid: birçok

[50] bi’t-tabi: tabii olarak

[51] şîr: aslan

[52] esed: aslan

[53] gazanfer: iri aslan

[54] haydar: aslan

[55] zırgâm: aslan

[56] ilh.: “ilâ-âhir” sözünün kısaltması

[57] sâniyen: ikinci olarak

[58] sâir: diğer

[59] lâfzen: kelimenin söylenişine, yapısına göre, yazılı olmayarak

[60] ma’nen: iç varlık bakımından, ruhça

[61] tahrîf: harflerinin yerini değiştirme, bozma, kalem oynatma, değiştirme; bir ibarenin manasını değiştirme

[62] Garb: Batı

[63] Şark: Doğu

[64] lâfz: söz

[65] fakîh:bilgin

[66] delâlet etmek: yol göstermek

[67] mu’ayyen: belli, belirli

[68] mübâdele: değiş tokuş

[69] zâhir: görünüş

[70] terkîb: birleştirme

[71] tedkîk: dikkatle araştırma, inceleme

[72] gayr-i mahsûs: duyulmaz, sezilmez

[73] tebeddül: değişiklik

[74] vukû’: olma, oluş

[75] medd: uzatma

[76] sâkıt: düşmek

[77] tegayyür: değişiklik

[78] ‘umde: ilke, prensip

[79] müterâdif: eşanlamlı

[80] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[81] ‘uzviyyet: canlılık, organizma

[82] ictimâî: toplumsal

[83] selîka: güzel söz söyleme ve yazma istidadı

[84] tagayyür: değişme, başkalaşma

[85] tahrîf: harflerinin yerini değiştirme, bozma, kalem oynatma, değiştirme; bir ibarenin manasını değiştirme

[86] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[87] telakki: alma, kabul etme

[88] lâfzen: kelimenin söylenişine, yapısına göre, yazılı olmayarak

[89] ma’nen: iç varlık bakımından, ruhça

[90] galatât: yanlışlar, yanılmalar

[91] tedkîk: inceleme

[92] nazar: bakış, düşünme, itibar

[93] fasâhât: güzel ve açık konuşma

[94] kadîm: eski

[95] telakki: alma, kabul etme

[96] salâhiyyet: yetki

[97] lâfzen: kelimenin söylenişine, yapısına göre, yazılı olmayarak

[98] ircâ’: eski hâline çevirme, geri döndürme

[99] ıstılâh: tabir, terim

[100] encümen: cemiyet, meclis

[101] teşekkül etmek: kurulmak, meydana gelmek

[102] mukâbil: karşılık

[103] iştikâk: kökbilgisi, türetme

[104] delâlet: iz, işaret

[105] elzem: lüzumlu

[106] mu’teriz: itiraz eden

[107] isti’mâl: kullanma

[108] iştikâk: kökbilgisi, türetme

[109] binaenaleyh: bu yüzden

[110] mukâbil: karşılık

[111] tahdîk: gözünü ayırmadan dikkatli dikkatli bakma

[112] hadeka: göz bebeği, gözün siyahı

[113] ‘âmil: işleyen

[114] kadîm: eski

[115] fasîh: aşikâr, açık

[116] rücu’: geri dönme

[117] ma’nen: anlam bakımından

[118] fasâhât: güzel ve açık konuşma

[119] galat-ı meşhûr: meşhur yaygın yanlış

[120] lugat-ı fasîha: düzgün söz

[121] evlâ: daha iyi, üstün

[122] hükümranlık: egemenlik

[123] savtiyat: ses bilimi

[124] lügaviyat: sözlükbilim

[125] münâfî: zıt, aykırı

[126] tasrîh: açık açık söyleme

[127] selîkî: içgüdüsel

[128] fasâhât: güzel ve açık konuşma

[129] mürekkeb: iki veya daha çok şeylerin karışmasından meydana gelen

[130] nokta-i nazar: görüş

[131] binâen aleyh: bundan dolayı

[132] galat: yanlış

[133] ‘umde: ilke, prensip

[134] teşmîl: yaymak

[135] vech: yön

[136] fasâhât: güzel ve açık konuşma

[137] tasfiye: saflaştırma

[138] muvâfık: uygun

[139] cezr: kök, asıl

[140] ilh.: “ilâ-âhir” sözünün kısaltması

[141] tervîc: kıymet ve itibarını arttırma, geçirme

[142] terkîb: birleştirme

[143] ibdâ’: yaratma, yeni ve güzel bir eser meydana getirme

[144] ikâme: meydana koyma

[145] nokta-i nazar: görüş

[146] kâni’: kanaat eden

[147] ‘ilmen: bilimsel olarak

[148] sâniyen: ikinci olarak

[149] binâen aleyh: bundan dolayı

[150] iştikâk: kökbilgisi, türetme

[151] muzırr: zarar veren, zararlı

[152] isti’mâl: kullanma

[153] iştikâk: kökbilgisi, türetme

[154] ircâ’: eski hâline çevirme, geri döndürme

[155] ma’mâfîh: bununla birlikte

[156] tahrîf: harflerinin yerini değiştirme, bozma, kalem oynatma, değiştirme; bir ibarenin manasını değiştirme

[157] nev’î: çeşitle, cinsle sınıfla ilgili

[158] vetîre: yol, tarz

[159] tasfiye: saflaştırma

[160] nokta-i nazar: görüş

[161] cezr: kök, asıl

[162] müstehâse: fosil

[163] nebâtât: botanik

[164] ‘avdet: geri gelme, dönme

[165] hulasa: özetle

[166] mûnis: alışılmış

[167] mürekkeb: iki veya daha çok şeylerin karışmasından meydana gelen

[168] ‘uzviyyet: canlılık, organizma

[169] istinâd: dayanma

[170] müfret: aşırı

[171] sâir: başka, diğer

[172] kadîm: eski

[173] tekâmül: evrim

[174] savtiyyât: sesbilimi

[175] şekliyyât: şekil bilgisi

[176] lugaviyyât: sözlükbilimi

[177] binâen aleyh: bundan dolayı

[178] müessese: kurum, kuruluş

[179] ba’sü ba’de’l-mevt: öldükten sonra dirilme

[180] mazhar: bir şeyin göründüğü, çıktığı yer

[181] cihet: yan, taraf

[182] müstehâse: fosil

[183] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[184] ıstılâh: tabir, terim

[185] tasfiye: saflaştırma

[186] semâ’î: hiçbir kaideye bağlı kalmadan

[187] kıyâsî: umumi kaideye uygun olan

[188] terkîb: birleştirme

[189] ibdâ’: yaratma

[190] nebât: bitki

[191] ‘uzviyyet: canlılık, organizma

[192] idhâl: dâhil etme, içeri sokma

[193] gayr-ı mümkün: olanak dışı

[194] ma’mâfîh: bununla birlikte

[195] ifrâtlı: aşırı

[196] ıstılâh: terim

[197] kâmûs: sözlük

[198] mukâbil: karşılık

[199] lâfz: söz

[200] müterâdif: eşanlamlı

[201] sîga: kip, fiilin çekiminden meydana gelen türlü şekillerden her biri

[202] terkîb: tamlama

[203] binâ’en: dayanarak

[204] isti’mâl: kullanma

[205] câmid: çekimi ve iştikakı (türesi) olmayan isim veya fiil

[206] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[207] müterâdif: eşanlamlı

[208] ‘umde: ilke, prensip

[209] lâfz: söz

[210] sâbık: geçen, geçmiş

[211] iktizâ’: lazım gelme, gerekme

[212] sîga: kip, fiilin çekiminden meydana gelen türlü şekillerden her biri

[213] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[214] hâiz: malik, sahip

[215] ıstılâh: tabir, terim

[216] iştikâk: kökbilgisi, türetme

[217] vâkıâ: gerçi

[218] muharrir: yazar

[219] bâlâ: yukarı

[220] muharrer: yazılı

[221] cem’: çoğul

[222] binâen aleyh: bundan dolayı

[223] ma’mâfîh: bununla birlikte

[224] kâbil: olan, olabilir

[225] lâhik: eklenen

[226] lisâniyyât: dil ilimi

[227] lâfz: söz

[228] sîga: kip, fiilin çekiminden meydana gelen türlü şekillerden her biri

[229] mukâbil: karşılık

[230] iktizâ’: lazım gelme, gerekme

[231] ma’mâfîh: bununla birlikte

[232] iştikâk: kökbilgisi, türetme

[233] binâen aleyh: bundan dolayı

[234] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[235] sâir: başka, diğer

[236] câmid: çekimi ve iştikakı (türesi) olmayan isim veya fiil

[237] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[238] müstesnâ: ayrı

[239] ilh.: “ilâ-âhir” sözünün kısaltması

[240] sâniyen: ikinci olarak

[241] nev’î: çeşitle, cinsle sınıfla ilgili

[242] lâhik: eklenen

[243] isti’mâl: kullanma

[244] maa’t-teessüf: yazık ki

[245] ‘umde: ilke, prensip

[246] ıstılâh: terim

[247] ıztırâr: mecburiyet, ihtiyaç

[248] mukâvemet: dayanma, direniş

[249] ilh: “ilâ-âhir” sözünün kısaltması

[250] ma’mâfîh: bununla birlikte

[251] lâfz: söz

[252] mebnî: yapılmış, kurulmuş

[253] idhâl: dâhil etme, içeri sokma

[254] sîga: kip, fiilin çekiminden meydana gelen türlü şekillerden her biri

[255] terkîb: birleştirme

[256] izâfî: isim takımıyla ilgili

[257] tavsîfî: niteleme ile ilgili

[258] muzâfun-ileyh: tamlayan

[259] muzâf: belirtilen, başka bir isme katılmış ve onu tamamlamış olan isim

[260] mevsûf: belirtilen

[261] fer’: şube, bölüm

[262] nev’î: çeşitle, cinsle sınıfla ilgili

[263] sîga: kip, fiilin çekiminden meydana gelen türlü şekillerden her biri

[264] istitrâd: asıl mevzudan olmayıp, münasebeti gelmişken söylenen söz

[265] mebhas: bab, fasıl

[266] tasfiye: saflaştırma

[267] mûmâ-ileyh: adı geçen

[268] ihtilâf: ayrılık

[269] münhasır: sınırlanmış, yalnız bir kimseye veya bir şeye mahsus olan

[270] kıyâsî: umumi kaideye uygun olan

[271] ibdâ’: yaratma, yeni ve güzel bir eser meydana getirme

[272] semâ’î: hiçbir kaideye bağlı kalmadan

[273] tashîh: düzeltme

[274] hars: kültür

[275] tehzîb: ıslah etme, düzeltme

[276] menfî: olumsuz

[277] ‘umde: ilke, prensip

[278] mâlik: sahip

[279] muzırr: zarar veren, zararlı

[280] lâfz: söz

[281] müsbet: olumlu, pozitif

[282] hâvî: ihtiva eden, içine alan

[283] zuhûr: görünme, meydana çıkma

[284] vuzûh: ifadede açıklık

[285] muhallide: devamlı, sürekli kılan, ebedileştiren

[286] vâzıh: açık

[287] ‘uzviyyet: canlılık, organizma

[288] kâim: ayakta duran; birinin yerini tutan, birinin yerine geçen

[289] müsbet: olumlu, pozitif

[290] galisizm: Fransızcanın dil özelliklerinin Fransızca olmayan dillerdeki lügat ve söz dizimine adapte edilmesi.

[291] bedî’î: güzel, güzellik

[292] darb-ı mesel: atasözleri

[293] nokta-i nazar: görüş, bakış açısı

[294] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[295] tahrîf: harflerinin yerini değiştirme, bozma, kalem oynatma, değiştirme; bir ibarenin manasını değiştirme

[296] tab’: kitap basma

[297] beyne’l-milel: milletlerarası

[298] beyne’l-mileliyet: milletlerarasılık

[299] mefhûm: kavram

[300] mâlik: sahip

[301] feyizli: verimli

[302] muhallide: devamlı, sürekli kılan, ebedileştiren

[303] mâ-’adâ: başka, fazla

[304] seyyâl: akıcı

[305] sarfî: gramerle, dilbilgisi ile ilgili

[306] nahvî: söz dizimiyle ilgili

[307] sırrî: gizemli

[308] mefhûm: kavram

[309] nebât: bitki

[310] ıstılâh: tabir, terim

[311] ibtidâ’: ilkin, en önce

[312] sîga: kip, fiilin çekiminden meydana gelen türlü şekillerden her biri

[313] ibdâ’: yaratma, yeni ve güzel bir eser meydana getirme

[314] bi’z-zarûre: ister istemez

[315] garîziyyât: fizyoloji

[316] arziyât: jeoloji, yer bilim

[317] hayatiyyât: biyoloji

[318] rûhiyyât: psikoloji, ruhbilim

[319] ilh.: “ilâ-âhir” sözünün kısaltması

[320] hâlet: durumlar, hâller

[321] sınâ’î: sanatla ilgili

[322] sâir: başka, diğer

[323] ‘asrî: çağdaş, zamana uygun

[324] kâmûs: sözlük

[325] mu’ayyen: belli, belirli

[326] vâzıh: açık

[327] mâlik: sahip

[328] tenâzur: birbirinin karşısında olma

[329] husûl: üreme, türeme, çıkma

[330] kâmûs: sözlük

[331] iştikâk: kökbilgisi, türetme

[332] mu’terize: parantez ()

[333] muhtasar: kısaltılmış

[334] sarf: gramer

[335] nahiv: sentaks

[336] iştikâk: türeme

[337] sâniyen: ikinci olarak

[338] sâlisen: üçüncü olarak

[339] ibdâ’: yaratma, yeni ve güzel bir eser meydana getirme

[340] beyne’l-milel: milletlerarası

[341] husûl: üreme, türeme, çıkma

[342] ‘ameliye: uygulama

[343] hars: kültür

[344] ‘umde: ilke, prensip

[345] müterâdif: eşanlamlı

[346] mâlik: sahip

[347] lâfzen: kelimenin söylenişine, yapısına göre, yazılı olmayarak

[348] ma’nen: anlam bakımından

[349] galatât: yanlışlar, yanılmalar

[350] tahrîf: harflerinin yerini değiştirme, bozma, kalem oynatma, değiştirme; bir ibarenin manasını değiştirme

[351] kâim: ayakta duran; birinin yerini tutan, birinin yerine geçen

[352] müstehâse: taşıl, fosil

[353] ıstılâh: tabir, terim

[354] ibtidâ’: ilkin, en önce

[355] kıyâsî: işlek, kurallı

[356] terkîb: birleştirme

[357] tasrîf: çekim

[358] ibdâ’: yaratma, yeni ve güzel bir eser meydana getirme

[359] ilgâ’: lağvetme, kaldırma, bozma

[360] idhâl: dâhil etme, içeri sokma

[361] mûnis: alışılmış

[362] cezr: kök, asıl

[363] terekküp: kurulmak

[364] ‘uzviyyet: canlılık, organizma

[365] savtiyyât: sesbilimi, fonetik

[366] şekliyyât: şekil bilgisi, morfoloji

[367] lugaviyyât: sözlük bilimi, leksikoloji

[368] sîga: kip, fiilin çekiminden meydana gelen türlü şekillerden her biri

[369] tarîk: yol

[370] müessese: kurum, kuruluş

[371] ıstılâh: tabir, terim

[372] ‘avdet: geri gelme, dönme

[373] müstehâse: taşıl, fosil

[374] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[375] telakki: alma, kabul etme

[376] delâlet: işaret

[377] iştikâk: kökbilgisi, türetme

[378] kâmûs: sözlük

[379] sarf: gramer

[380] müstehâsât: taşıllar, fosiller

[381] intisaliyyât: soybilim

[382] iştikâk: kökbilgisi, türetme

[383] idhâl: dâhil etme, içeri sokma

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu