Kitap & Alıntı

Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi

Türk Milletli için bayrak, devlet’tir. Bu bayrağın dalgalandığı yerde Türk hükümranlığı, ahali için ne büyük devlettir… Devlet, Türk’ün her şeyidir, onsuz olunmaz bir şeyidir. Devlet, nizam demektir. Adaletin kudreti, kahramanlık ve cesaretin mihrakı, san’at ve medeniyetin inkişafını hazırlayan örgü ve örtü, azametin müşahhas varlığıdır. Tanrı Türk’ü, bu bayrağı temsil ettiği işte böyle bir devlet için yaratmış ve vazifelendirmiştir. [s. 5–6]

Doğru’da birlik, doğrudur. Yanlış’ta dahi, birlik doğrudur. Çünkü, bizatihi birlik, doğrudur. [s. 7]

“Türkler, yiğitler topluluğudur; filozoflar topluluğu değil!” Eski Yunan filozoflarının bir sürü laf ettiklerini, hatta “Devlet” adıyla felsefi eserler yazdıklarını, fakat bir türlü “site” olmaktan öteye bir birlik, bir “devlet” tesis edemediklerini; buna mukabil, kuvvetli bir lider etrafında toplanan Türklerin, an’anevi nizam şuuruyla en eski çağlardan beri sayısız ve azametli devletler kurduğunu söylerdi. [s. 7]

19’uncu asırdan itibaren başlayan ve münevverlerimiz ile halk arasında gittikçe şiddetlenen bir ayrılık sokan garip bir cinnete kapılmıştık. Subay ve asker için hürriyet’in manası ne idi ki? Ferdi hürriyet zaten vardı, siyasi hürriyet ise devleti batırırdı. Sırb’a, Bulgar’a, Rum’a özenmenin gereği neydi? [s. 14]

1960’da konuşmaması, milli nizam içinde sessiz ve sâmit kalması lazım gelen Ordu’yu, politikacılar konuşturdular, biz konuşunca da, tabiatıyla herkes sustu… [s. 16]

Siyaset sahnesinde, çok büyük kozlarımız vardır. Bunu iyi değerlendirmek lazımdır. Bu değerlendirmeyi, halkıyla yekvücud olmuş münevverlere sahip milletler yapabilir. Aydın’ı ayrı, halk’ı gayrı toplulukların karı değildir bu… Bana göre, Türk’ün cezri Sakarya’da bitmiştir. Yeni bir med devrine girme çabasındayız. Bu med olacak ve Türk milleti eski azametine kavuşacaktır. Bunun sancıları ve ızdırapları içerisindeyiz. [s. 17]

Gerçek şu ki, 8 milyonluk Yunan ile 32 milyonluk Türk’ün karşılaşmasında tehlike korkusu bize düşmez, bire bir ölürsek biz 24 milyon kalırız; Yunan tükenir. Bir de derler ki, “Dünya sulhünü biz mi bozalım?” Dünya sulhünü, dünya nimetlerini bölüşenler düşünsün!… [s. 30]

Gazalara iştirak eden padişahlar, vezirler, ümerâ, ulema ve bütün gaziler gittikleri yerlere (kâfir ülkelerine) adalet götürdüklerine inanan insanlardır. Hatta bu adalet, yalnız insanlara değil, bütün mahlûkata şamildir. Çünkü yeni fethedilen topraklarda yapılan mabetler, medreseler ve dergâhlardaki kuş yuvaları, hayvan bakımı için yapılan vakıflar, bunun canlı şahitleridir. [s. 35]

Şunu söyleyeyim ki, Osmanlı Devleti, kudret itibariyle bugüne kadar tarihin kaydettiği en büyük devlettir. Bu zaviyeden Roma’dan da, İngiltere İmparatorluğu’ndan da çok üstündür. Hükmettiği arazinin genişliği bakımından ise Cengizoğulları Devleti’nden sonra gelmektedir. [s. 36]

Osmanlıların zuhurundan nihayetine kadar cereyan eden vekayiyle mukayese edildiğinde, Devlet-i Alliyye’nin, tarihin şimdiye kadar kaydettiği en kudretli devlet olduğu neticesine varılır. Çünkü Osmanlılar, Avrupa’ya adımlarını attıkları andan itibaren, daima bir devletler grubuna karşı çarpışmışlar ve asırlarca galip gelmişlerdir. Onlardan sonra böyle bir kudreti, tarih kaydetmemiştir. Viyana, işte böyle bir tökezleme noktasıdır.  [s. 36]

Bugün hainlerin kandırdığı gençlerin bir kısmı hangi sebeplerle sosyalizmi istiyorsa, dün onlar kadar samimi kimseler liberalizmi istiyorlardı. Bugün demokrasinin yeter olduğunu sananlar gibi, dün de Tanzimatı yeter sayanlar vardı. Velhasıl bir buçuk asırdır kandaki mikrobun deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz! [s. 39]

Tanzimat’la, dış müdahaleler devri başlıyor. Padişah’ı Avrupa krallarına benzetenlerimiz çıkıyor. “Onun nüfusunu ne kadar tahdid edersek, o kadar ilerleriz” diyorlar. [s. 39]

Devletin tebaası bile, büyük devletlerce himaye gruplarına ayrılıyor. Ortodoksları Rusya, Katolikleri Fransa ve Avusturya, Protestanları İngiltere himaye etmeye başlıyor. Bunlar için Avrupa devletlerinin dâhili işlerimize müdahale ettiği görülüyor. [s. 40]

Hiç olmayacak şeylerin peşinde koşmakla, bizi biz yapan büyüklerimizi yıkmakla vakit geçirdik. “Kıyafetimiz ilerlememize manidir” dedik, onu değiştirdik. 72 milleti idare ettiğimiz, adil hukukumuz geridir dedik, onu değiştirdik. “Başımızdaki serpuş geriliğimizin sebebidir” dedik, değiştirdik. “Geriliğimiz, anayasamız olmamasındandır” dedik, 100 sene onunla uğraştık; hala da uğraşıyoruz. “Yazımız ilerlememize manidir, lisanımız terakkiye sed çekmektedir” dedik, onları değiştirdik. İlerleme için bu haltları karıştıran dünyada bir millet yoktur ve olmamıştır. Bunları yapan bir milletin ilerlediğini de tarih kaydetmemektedir. Japonlar bugün çok ileri bir seviyeye vardılar. 30 bin hiyeroğliften teşekkül eden alfabelerini “değiştirelim” demediler; “Şintoizm” diye anılan dinlerinin terakkiye mani olduğunu söylemediler. [s. 40–41]

170 senede 20 milyon kilometre­kareden 780 bine; yani yirmibeşte bire düştük. 60 sene evvel dünyanın tek rakamla ifade edilen 6’ıncı devleti iken, bugün 76’ıncı sırayı işgal ettiğimizi ilerici olanlarımız iftiharla ilan ediyorlar. Bundan büyük hacalet olur mu? [s. 41]

ZİYA NUR, “DÜNDAR TAŞER’İN BÜYÜK TÜRKİYESİ”, İRFAN YAYINCILIK, 5. BASKI, 1991, İSTNBUL.

Millet, yapma bir varlık değildir. Ne kahramanlar, ne âlimler, ne sa’natkarlar bir millet imar edemezler. Millet, binlerce sene içerisinde, kanın, imanın, duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş; müşterek kıymet hükümleri halinde billurlaşmış, müşterek davranışlar halinde görünmekte olan, haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de birbiri gibi olan bir varlıktır. Atilla’nın misafirlerine altın kaplar içinde yemek ikram ederken, tahta çanaktan tek türlü yemeğini yemesi ne ise, Yavuz Sultan Selim’in yemek usulü de aynıdır. Atilla’nın Bizans hükümdarına gönderdiği mektubun edası, üslubu, hitap tarzı ne ise, Kanuni’nin François’ya gönderdiği mektubunki de öyledir. İşte millet, bu ayniyet ve devamlılıktır. [s. 42]

Ortadoğu problemi, Osmanlı mirası mes’elesidir. [s. 45]

Şu açıktır ki, Tuna’dan Yemen’e, Cezayir’den Bosna’ya kadar uzanan sahada sükûnu ve huzuru temin eden bir kavmin ve idarenin yokluğu kendisini hissettirmektedir. En büyük düşmanlarımız bile, bugün, Ortadoğu’da dün tahammül edemedikleri mevcudiyetimizin, ne kadar lüzumlu olduğunu anlamışlardır. Zaten Birinci Dünya Harbi’nden sonra, bazı Avrupa siyasileri, “an’anevi diplomasinin büyük muvazene unsurlarından olan Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmpara­torluklarını parçalamayalım” fikrinde ısrar etmişlerdir. Bugünkü hadiseler, o sırada işlenmiş olan büyük siyasi hatanın neticesi gibi görünmektedir. [s. 45–46]

Bir gün Kent Oteli’nin kahvesinde arkadaşlarla konuşurken, beş-altı Arap talebesi yanımıza geldi. Bizi biraz dinlediler. Sonra, bana şu suali sordular: “Harb-i Umumi sırasındaki isyanımızdan dolayı bize kızıyor musunuz?” Onlara: “Hayır, kızmıyorum.” Dedim. “Eğer, kızıyorum dese idiniz, size Yozgat da, Konya da Bolu da isyan etti diyecektim.” dedi. Bu söz beni çok hislendirdi ve çocuklara, bu telakkilerinden dolayı teşekkür ettim. [s. 49]

Şaşkınlığımız ile birlikte artan Avrupalılaşma fikri ve bunun maymunlaşan bir taklit şeklinde tezahürü, esas muhtaç olduğumuz ilim ve tekniği bile tam almamıza mani olmuştu. Bugün bile, bütün ilerilik teranelerine rağmen, bu babda geri idik. Sosyal mevzulardaki tasarruflarımızda ise, tam bir çıkmazda idik. Mesela, Avrupa’daki ıslahat ile bizdeki arasında, mahiyet farkı vardı. Orda, herhangi bir şeyde görülen mahzur veya kusurun ıslahına çalışılır ve bu ıslah, mevcudu yaşatmak maksadıyla yapılır. Bizde ise ıslah, tam bir yıkım manzarası arzeder. Mevcudu tereddütsüz yıkmakla, yerine daha iyi olduğu zannolunan bir şeklin ikamesine çalışılır. Bu sebeple bizim münevverce, yeni, iyinin müteradifi şeklinde görülür. Eski Dolmabahçe Sarayı, yeni gecekondudan elbette daha iyidir. Bu sebeple bütün iyişeylerimizi, kıymetsiz yeni’ye tercih edip durduk. [s. 54–55]

Bizim tarihimizde halkı ezen, ona eşya gibi bakan bir rejim asla olmamıştır. İşin garibi bizim halk tabakası yukarıya, yani idarecisine daima hürmetkâr şekilde bakmıştır. Buna mukabil idareci de halkı, hatta reayayı “vediatullah” olarak görmüş; onu ne kadar hizmet ederse o kadar yükseleceğine inanmıştır. Esasen bizim idareciler, halkın içinden çıkmışlar; hatta ve çok defa içtimai bakımdan, cemiyetin tabanından yükselip gelmişlerdir. Bu yükselişte en büyük unsur da, şahsi kabiliyetleri, zekâları ve yüksek ahlakları olmuştur. Mesela, Şeyhülislamların birçoğu köylü çocuklarıdır. Vezirlerin büyük kısmı da öyle. Belli başlı ailelerden gelenler ise parmakla gösterilecek kadar azdır. [s. 55]

Hürriyetin adı yokken, kendi vardı; adını öğrendiğimiz günden beri de tadı kalmadı. Nitekim Namık Kemaller hürriyet isterken, bize bağlı olan memleketin, yani Romanya’nın bir çocuğu olan Panait Istrati “Dünyanın en hür diyarı Osmanlı ülkesidir; Tanrı’ya ve padişaha çatma­dıktan sonra, insan orada her şeyi yapmakta serbesttir.” diyordu. [s. 55–56]

Bir gün jiple giderken, yakınlardaki bir Türkmen köyünden yolumuzu kestiler. “Efendi, seni göndermeyiz” dediler. Hemen hazırlık yaparak, bize bir koyun kestiler. Onlar, eti gayet çabuk pişirirler. Orda yaşlı bir Türkmen arfe’si vardı. Onlarda arfe diye, adet ve an’anelerini iyi bilene ve bir nev’i kadılık yapana derler. Bana önce: “Türk’ün cihangir olacağına imanın var mı?” diye sordu. “Elbette var” dedim. “Şu uşaklar buna inanmıyorlar” diye, birkaç yeni yetişme ve okumakta olan genci gösterdi. Sonra da “Bunun kitab’da da yeri vardır; inanmayan kâfir olur ha” dedi.

Bu sözü sonradan tetkik ettim. Bazı müfessirlerin, Sure-i Maide’deki bir ayeti kastederek: “Allah’ın sevdiği kavmin, Türkler olduğunu” söylediklerini anladım. Bu ayetin meali: “Ey mü’minler! Sizden, dininden dönenlerin yerine Allah yakında bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı mütevazı ve mütezellil, kâfirlere karşı ise şiddetli ve izzetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve kimsenin levminden korkmazlar” şeklindedir. Hakikaten bu tavsif, Türk’ün ve Osmanlının tarih içindeki vazifesine uygun gelmektedir. Yani bu ayetteki tebşirata, yüksek hasletleri ve davranışları ile Türk layık olmuştur, denilebilir. [s. 59]

Halkı anlayacak, onun şuur ve ölçülerine sahip münevver lazım. Yani aydın, halkımızın okumuşu olmalı. Hâlbuki öyle değil. Bunu yapmayınca da kendini bedbinliğe kaptırıyor; halktan gördüğü mukavemet ise onu berbad bir ruh hâletine sürüklüyor. [s. 60–61]

Abd olmadan efendi olunmaz. Padişahlar da Allah’ın abdidirler: yani kölesidirler. [s. 77]

Garb’da büyük fatihler çıkmaz, bunlar Şark’ta yetişir. (Napolyon) [s. 77]

İttihatçıların hataları fazladır ve büyüktür. Esasen, devlet işlerinde çok tecrübesiz oldukları gibi, ufukları dar, dik kafalı ve anud adamlardır. [s. 79]

… bizim arkadaşlardan birine oldukça zengin ve halktan bir adam: “Bu sosyalist gençler ne istiyorlar evlat? Benim anladığım şu: Malın, mülkün devlete ait olmasını arzuluyorlarmış. Pekiyi, bizim malımız, mülkümüz kimin? Devletin değil mi? Biz Harb-i Umumi’de de, Yunan muharebesinde de, mısır koçanını öğütüp otla karıştırdık, kaynatıp, bulamaç yaptık ve yedik. Devlet olmadıktan sonra malın, mülkün ne kıymeti var?” demiş. Bu sözler, halkımızdaki çok yüksek ve pek mukaddes olan devlet telakkisinin ve şuurunun neticesi. [s. 84]

Bütün terbiye, haber ve yayın organlarının muhakkak milli telakkiyi kuvvetlendirici, milli fikri telkin edici tarzda faaliyet göstermesi lazım. Bunun başka yolu yoktur. Ayakta kalabilmemiz, iktisadi ve siyasi hamle yapabilmemiz için yegâne yol budur. [s. 93]

Köşesinde oturan bir âlim, masa başında tasavvurlara dalan bir mütefekkir, ne bir millet ne de bir milli telakki ortaya koyabilir. Millet, uzun tarihi hadiseler ve içtimai yaşayışı içinde, imanın, kanın ve duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş bir varlıktır ve sun’i bir mevcudiyet değildir. Bizim, bin senelik tarihi seyrimiz içinde, milletimize mal olmuş hâkim telakkiyi yahut milli imanımızı açıkça görmek mümkündür. Mesela, İslam’dan sonra “İlây-ı Kelimetullah” tam bir iman haline gelmiştir.  [s. 99–100]

Osmanlı’nın eşkıyasında bile büyük bir devlet şuuru vardır. [s. 101]

Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyanında bile, bu ölçü vardır. Askeri Kütahya önünde iken “Bundan sonra İstanbul’da Kavalalı Hanedanını mı göreceğiz?” diye soran bir Avusturyalı gazeteciye, “Siz Garblılar biz Şarklıları anlamıyorsunuz. Ben bu kanaatte olsam, oğlum bana isyan eder. Biz bu kanaatte olsak, şu ahali bizi çiğner. Oğlum İbrahim, Üsküdar’a giderse, Sultan’ın ayaklarına kapanacak ve Mısır’a dönmek için izin talep edecektir. Sultan etrafının tesiriyle yanlış hareket etmektedir. Bu da Allah’ın biz Müslümanlara bir takdiridir.” demiştir. [s. 102]

… büyük Celali şeflerinden biri olan Katırcıoğlu eşkıyası “aman” için 8–10 yaşlarındaki IV. Mehmed’in huzuruna çıkınca bayılmıştır. “Padişahım, kara kara gözlerinin nazarına dayanamadım” demiştir. Bu kaşarlanmış eşkıya reisini bayıltan, 7 yaşındaki çocuğun nazarı değildir. Tebaasında çok köklü bir inanışla sevilen ve sayılan, tarihi nüfuza sahip devlet telakkisinin tesiridir. Bu vak’alar, devlet mefhumunun halk ve millet vicdanında ve düşüncesinde işgal ettiği mutena mevkii kat’i çizgilerle şekillendirmektedir. Milletçe böyle yüksek bir devlet şuuruna sahip olmasaydık, bekâmızı devam ettiremezdik. Böyle bir devlet idrakine sahip milletler, büyük milletlerdir ve daima büyük devlet kurabilirler. [s. 102]

Bu hain ithamı da çok iğrenç bir şey. Tarihimizde kellesi alınan birçok vezir var. Fakat hiç kimse ve hatta devlet dahi, onların hain olduğunu söylemiyor ve iddia etmiyor. Onlar, hataları olan, fakat şerefleri de çok yüksek addedilen adamlar olarak görünüyorlar. Çocuklarına da devlet maaş bağlıyor. Padişah, tıpkı bir aile reisi gibi, onların çocuklarına bakıyor. Bu vezirlerinin oğullarının vezarete ve hatta sadarete kadar yükseldikleri oluyor. Bu çocuklar da, babalarının öldürülüşü için düşmanlık taşımıyorlar. Devlet için çalışıp duruyorlar. Bu an’ane çok güzel, asil ve vakur. Son devirlerdeki hıyanet ithamları da küçüklüğümüzün ve ahlaki düşüklüğümüzün eseri galiba. Çünkü 15–20 senede bir, 5–10 bin kişiyi hain ilan edip duruyoruz. Bu kadar bol hain ithamları karşısında, adama “ne barbad milletsizin, boyuna hain yetiştiri­yorsunuz” demezler mi? Bu kadar bol hain yetiştiren bir milletin büyüklüğü ilan edilebilir mi? Bu hain ithamını bu derece suis­timal etmek asla doğru değildir. [s. 107–108]

Gafletle hıyaneti karıştıracak kadar gafil olmamak gerektir. Türkiye’nin siyasi an’anesi çingene obasına benzedi. Herkes çergisinin direğine tutunmuş, diğerine küfür ateşi açıyor. [s. 109]

Ordu, büyük, tarihi ve manevi bir varlıktır. Nutuk söylemez, makale yazmaz, demeç vermez. Dilsizdir, fakat akılsız değildir. Düşünür, tedbir alır ve yapar. Her subay memleketin emniyet ve selametinden kendini mes’ul sayar. O konuşursa herkes susar. Politikacılar taraftarlarının tasvibini kazanabilirler; fakat garnizonlarda, manevra meydanlarında çok ciddi bir şekilde vatan savunması meselesiyle uğraşan, 1870’de dünyanın dördüncü büyük devleti iken, 100 yılda 70inci devleti haline düşmenin ızdırabını duyanların tasvibini kazanmak kolay değildir. [s. 118]

Biz, yalvaran ve müsaade koparan bir iktidar değil, emreden bir hâkimiyet görmek isterdik. [s. 121]

… nizâmı muhafaza edemeyen, asayişi temin edemeyen bir iktidar, iktidar olma vasfını ve hakkını kaybetmiş demektir. Birlik, kardeşlik, eşitlik, adalet gibi masonik serenadlarla bir devlet idare edilmez azizim. [s. 122]

İthal ettiğimiz nizam, bizim mazimize aykırı geldiği için; kanunlarımız, örf ve adetlerimizle çatıştı ve bu çatışmadan yıkıntı doğdu. İnandığımız değerlerle, arzuladığımız değerlerin zaddıyeti, içinde bulunduğumuz anarşinin, yahut fetretin sebebidir. Demokrasi denemesi, bu düzensizliği arttırdı. Hırslı ve basit politikacılar siyasi münakaşaları iftira ve hakaret haline getirdiler. Birbirinin suratına tükürecek kadar aşağılık davranışlar oldu. Suratına tükürülen kişi, bir müddet sonra Cumhurbaşkanı seçildi ve sancakla selamlandı. [s. 123]

Kürtçülük komünizmi, komünizm de Kürtçülüğü istismar ederek Türkiye için yeni felaketler, etnik gruplar için de yeni esaretler peşinde koşmaktadırlar. [s. 127]

Bu vatanı birkaç nazariyecinin safsatasına, birkaç hainin hesabına, birkaç ahmağın gafletine kurban etmeyeceğiz. [s. 127–128]

Türkiye’nin varlığı ve Türk âleminin istikbali, Rusya’nın kuvveti ile ters orantılıdır. O halde Türk siyaseti, Rus emellerine karşı olmalıdır. [s. 130]

Milli görüşümüzde vatan, asli ve en esaslı unsur değildir. Bizde devlet ve onun hâkimiyet sembolü olan bayrak esastır. Nitekim, bayrak nereye gidiyorsa, Türk de oraya gidiyor. Bayrağın dalgalandığı, yani devletin hâkim olduğu yerde yaşayabiliyor. Onun çekildiği yerde yaşayamıyor. Demek ki, devlet ve onun hâkimiyet yahut hükümranlık sembolü olan bayrak, vatandan asli bir unsur… Türk, idareci ve efendi bir millet olduğu için, devletsiz ve bayraksız yaşayamıyor. Yani Türk, tüccar, bezirgân millet değil. [s. 137]

1774’te Kırım’ın gidişi veya sözde istiklal kazanışı üzerine, oradaki Türklerin bir davranışı var ki, çok manidar… Kırım mirzalarını bir kısmının da baki olan ihaneti yüzünden, bu yarımada elimizden çıkıyor. Buraya Rus taraftarı olan ve Şahin Giray ismini taşıyan bir han getiriliyor. Tabi Rus tesiriyle… Kırım Türkleri, hıyanet sembolü olan bu hanı atıyorlar ve eski hanlardan Devlet Giray’ı başa geçiriyorlar. Devlet-i Aliyye’ye binlerce imzalı ve mühürlü bir mazbata ile, büyük bir heyet gönderiyorlar. Bu heyetin teklifi çok şayan-ı dikkat… Bunlar “Ya eskisi gibi, size tabi oluruz, bizi yine siz idare edersiniz; yahut da bize mülkünüzde yerleşecek bir yer gösteriniz; Kırım’ı toptan terk etmeye karalıyız.” diyorlar. Şu teklif, Türk’ün devletsiz yaşayamadığının en açık misalidir. [s. 138–139]

Karadeniz’in şimalinden ve cenubundan ta Çin’e kadar yalnız Türkçe konuşarak gidebileceği, sadece bir vakıa değil, söylenmiş bir sözdür. Nitekim William Ramsey: “Belgrat’tan Pekin’e kadar, yalnız ve ancak Türkçe konuşarak gidilebilir.” demiştir. Diğer biri zannederim Thomson da: “İzmir’den Çin hududuna kadar yalnız Türkçe ile gidilebilir.” sözlerini söylemiştir. [s. 141]

… ilk hamle hariç, son bin senelik İslam tarihi, Türk tarihinden ibarettir denilebilir. Bu bin senede Asya’daki, Afrika’daki, hatta kısmen Avrupa’daki en büyük siyasi, içtimai ve medeni hamle Türklerin idaresinde inkişaf etmiştir. [s. 141]

Dünya Türklerinin bugün çok mühim bir derdi vardır. Bu da kültür problemidir. Mesela yazı ve lisan… Türkler bugün, üç alfabeli bir millettir. Anlaşma ve haberleşme vasıtalarının alabildiğine geliştiği günümüzde, Türk topluluklarının kültürü sistemli olarak parçalan­maktadır. Buna içimizde bile, uydurma dil cereyanı ile serazat yapan ahmaklar vardır. Türk dünyasının en büyük davası, müşterek kültürü inkişaf ettirmek ve kuvvetlendirmek olmalıdır. [s. 141]

17inci asrın başlarında ölen ve “Civitas Solis” (Güneş Ülke) diye bir eser yazan, ütopik komünist Campenella: “Madem ki düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var; üzerinde yalnız hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir Güneş Ülke yarın neden vücut bulmasın?” demiştir. Bir İtalyan papazı… Düşündüğü rahat ve huzur âleminin yahut hayalinin hakikat olma ihtimalinin ancak bizim varlığımıza bağlamış demektir. [s. 142]

Büyük bir Osmanlı Tarihi yazmış ve bunun için 30 sene çalıştığını söyleyen Hammer; “Heredot’un Tarziyanus, Tevrat’ın Togarıma diye andığı Türk, bunlardan çok daha eski asırların tanıdığı bir millettir. Tahakküm kabul etmeyen bir şecaat, alabildiğine geniş bir fütuhat aşkı, sonsuz bir teşebbüs kabiliyeti, muhitlere uymaktan ziyade, onları kendine uydurmak zevki ve iptilası, bu milletin asırlar dolduran tarihinde apaçık görünür ve okunur. Türkler, devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf üstatlardır. Ülkeleri değil, kıtaları alt-üst etmişler ve korkunç savletleri arasında, sarsılması hiç de kolay olmayan hâkimiyetler yaratmışlardır. Tarih, Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki, medeniyet için birer süs teşkil etmektedir.” cümleleri ile Türk’ü tavsif etmiştir. [s. 144]

Şunu da söyleyeyim ki, biz gittiğimiz her yere sulh, sükûn, huzur, adalet ve nizam götürdü. Avrupa, gittiği her yere medeniyet namıyla huzursuzluk, haset, nifak, sefahat ve fuhuş götürdük. 19uncu asırda ve 20inci asrın başlarında kendini fuzuli olarak medeniyet havariliği vazifesi ile muvazzaf gören Avrupalılar, gayri medeni diye isimlendirdikleri kavimlere, mesela; bizim eski eyaletlerimize karşı, bir fetih hakkı iddia ettiler ve buraları sömürge yaptılar. Aslında bu iddia gülünç ve tamamen manasızdır. Onların “hak” dedikleri şey de, “kuvvet”ten ibarettir. Kuvvetin adı medeniyet, kuvvetsizliğin ise bedeviyet olamaz. Biz kuvvetli olsaydık mesele aksi olacaktı… Fakat Avrupa’nın kuvveti müeyyidesiz kuvvettir. Yani vahşi kuvvettir. Daha doğru bir tabirle kaba kuvvettir. Bizim kuvvetimiz ise daima müeyyideli ve ölçülü olmuştur. [s. 144–145]

Türkiye, kendine münevver namını veren kişilerin zümrevi hezeyanı karşısındadır. “Hem sağa, hem sola; hem milliyetçiliğe, hem komünizme” karşı olmak ne demektir. Sen nesin yahu? Bizim Sahib Hoca’nın tabiriyle, “be”yi “kaf”a vurarak “bir b… değilsin” demek herhalde en doğrusu… [s. 155]

Mücadele ve savaşta daima sebat ve irade lazımdır. Zafer, karşı karşıya gelen iki ordunun en fazla sebat ve irade gösterenine yüzünü açar ve güler. Sebat ve iradenin kaynağı tam bilenmemekte ise de herhalde iman, vecd ve kendine emniyette doğmaktadır. Bu ise ruhi disiplin eseridir. Zaaf, hiçbir orduyu, hiçbir zümreyi muzaffer etmemiştir. Kitlelere ve ordulara ise en büyük direnme ve sebat gücünü onların reisleri, ön safta mücadele edenleri verir. Bunların bir hareketi, basit ve ehemmiyetiz birtavırları kitleye kuvvet verir. [s. 157]

Sizde bir mücadelenin içindesiniz ve öncüsüsünüz. Bu milli beka mücadelesidir. Bunda zaaf göstermek kadar feci bir şey yoktur ve olamaz. [s. 157–158]

ZİYA NUR, “DÜNDAR TAŞER’İN BÜYÜK TÜRKİYESİ”, İRFAN YAYINCILIK, 5. BASKI, 1991, İSTANBUL.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu