Millî Tesanüdü (Dayanışmayı) Kuvvetlendirmek – Ziya Gökalp
Mütareke’den sonra, İngilizleri, Fransızları yakından görmeye, tanımaya başladık. Bunlarda ilk gözümüze çarpan cihet, medeni ahlakın bozukluğudur. Bilhassa, memleketimize gelen veya Malta’da hâkim bulunan İngilizlerin medeni ahlaklarını çok düşük bulduk. Müstemleke[1] ahalisini soymak, mağluplara kul, köle muamelesi yapmak, harp esirlerinin ve hatta sulh esirlerinin parasını, eşyasını çalmak onlarca tamamıyla helaldir.
“İngiliz milletinin medeni ahlakında gördüğümüz bu düşüklüğe karşı, itiraf edelim ki vatani ahlakını pek yüksek bulduk. Türkiye’de yüzlerce, hatta binlerce vatan hainin zuhur etmesine[2] mukabil, bütün İngiltere’de tek bir vatan haini zuhur etmedi. O hâlde, bizde medeni ahlakın daha yüksek olması neye yaradı? Keşke bizde de bunların yerine yalnız vatani ahlak yüksek olsaydı!
Vatani ahlakın yüksek olması millî tesanüdün temelidir. Çünkü, vatan, üstünde oturduğumuz toprak demek değildir. Vatan (millî hars[3]) dediğimiz şeydir ki üstünde oturduğumuz toprak onun, ancak zarfından ibarettir. Ve ona, zarf olduğu içindir ki mukaddestir. O hâlde, vatani ahlak, millî mefkûrelerden[4], millî vazifelerden mürekkep[5] olan bir ahlak demektir.
O hâlde, millî tesanüdü kuvvetlendirmek için her şeyden evvel, vatani ahlakı yükseltmek lazım geliyor. Fakat, vatani ahlakı yükseltmek için ne yapmalıyız?
(Vatan millî harstır) demiştik. Demek ki vatan dinî, ahlaki, bedii[6] güzelliklerin bir müzesidir, bir sergisidir. Vatanımızı deruni[7] bir aşkla sevmemiz bu samimi güzelliklerin mecmuu[8] olduğu içindir. O hâlde, millî harsımızı bütün güzellikleriyle ne zaman meydana çıkarırsak, vatanımızı en çok o zaman seveceğiz ve bu kadar şiddetle seveceğimiz o sevimli vatan uğruna şimdiye kadar yaptığımız gibi yalnız tehlike zamanlarında hayatımızı değil, sulh ve sükun anla- rında[9] da bütün şahsi ve zümrevi ihtiraslarımızı feda edebileceğiz. Görülüyor ki millî tesanüdü kuvvetlendirmek için, ilk iptida[10], millî harsı yükseltmekle mükellef olan münevverlerin[11] bu işi çabuk başarmaları lazım.
Millî tesanüdün birinci temeli (vatani ahlak) olduğu gibi, ikinci temeli de (medeni ahlak)tır. Vatani ahlak, kendi millîyetimizi mukaddes tanımaktan ibaret olduğu gibi, medeni ahlak da milletimizin fertleriyle onlara benzeyen sair[12] fertleri muhterem[13] tanımaktan ibarettir. Cemiyet, mukaddes olunca, onun fertleri de mukaddes olmaz mı?
O hâlde vatanımızı, miletimizi nasıl seviyorsak, milletdaşlarımızı da öylece sevmeliyiz. Bütün milletdaşlarını sevmeyen bir adam, milletini de sevmiyor demektir.
Şimdiye kadar münevverlerin halkı ve halkın münevverleri sevmesi mümkün değildi. Çünkü, terbiyelerini münevverler Osmanlı medeniyetinden, halksa Türk harsından[14] almışlardı. Ayrı terbiyelerle yetişen iki sınıf birbirini nasıl sevebilir? Bundan başka, münevverler sarayın bendeleri[15] idiler, memur oldukları zaman halkı soyarak sarayın israf ve sefahatine[16] hizmet etmekten başka bir şey düşünmezlerdi. Tabii, bu cihetten[17] de mazlum halk onları sevemezdi.
Aralarında rekabet, haset, çekememezlik gibi ihtiraslar bulunduğu için bizzat münevverler de birbirlerini sevmezlerdi. Memleketimizde birbirini seven, yalnız halktan olan fertlerdi ve eski devirde millî tesanüt yalnız bu öz Türklerin samimi sevişmesine istinat ediyordu.
Şurası da vardır ki medeni ahlak yalnız milletimize mensup fertlerin muhterem tanılmasından ve samimi bir muhabbetle sevilmesinden ibaret değildir. Filha- kika[18], iptida[19] muhterem tanılan[20] ve sevilen fertler milletdaşlarımızdır. Çünkü bizi onlarla birleştiren müşterek bir hars[21], müşterek bir yurt, müşterek bir dil, müşterek bir din vardır. Fakat, biz bir millî harsa mensup olduğumuz gibi, bir de beynelmilel[22] medeniyetine mensubuz. Harsımızı sevdiğimiz gibi, medeniyetimizi de severiz. O hâlde medeniyetdaşlarımızı sevmemiz ve muhte- rem[23] saymamız iktiza etmez mi?[24]
Medeniyet zümresi iptida, dinî bir ümmet hâlinde başlar. Müslümanlık, Hristi- yanlık Budistlik gibi cihani dinler birçok milletleri içlerine alarak onları, bitişik kaplardaki mayalar hâline koymuşlardır. Hikmet tecrübelerinde[25] muttasıl[26] kaplardan birine konulan suyun derhal diğerlerine taksim olunduğunu[27] ve hepsinde su seviyesinin derhal aynı irtifaya çıktığını görmüyor muyuz? Aynı ümmete mensup bir milletin husule getirdiği[28] terakkilerin[29] yahut düçar olduğu[30] inhitatların[31] derhal diğerlerine intikal etmesi tıpkı bunun gibidir. Çünkü dindeki birlik, onları muttasıl kaplar hâline getirmiştir.
Beynelmileliyet[32] iptida[33] böyle dinî olarak başlarsa da, uzun terakkilerden[34] sonra, yalnız ilmi ve fenni bir medeniyette müşterek bulunan la-dinî[35] bir bey- nelmileliyet de husule gelebilir[36]. Bugünkü Avrupa medeniyeti, Avrupa beynel- mileliyeti bu iki enmuzecin[37] intikal devresinde bulunuyor. Avrupa beynelmile- liyeti Japonlarla Yahudileri müsavi şeraitle[38] kendi medeniyetine mensup saydığı için, dinî bir medeniyetten ve dinî bir beynelmileliyetten çıkmak istediğini ima ediyor. Fakat, diğer taraftan Müslüman ülkelerinin manda altında kalmasında hâlâ ısrar göstermesi, eski ehl-i salib[39] taasubundan[40] henüz kurtulmadığını gösteriyor. Bu taassubun kalkması ve bizim de müsavi şerait[41] dahilinde Avrupa medeniyetine girmemiz bizim için bir gaye olmalıdır. Hülasa[42], medeni ahlak, evvela milletdaşlarımızı, sonra dindaşlarımızı, en sonra da bütün insanları sevmekten ve muhterem görmekten ibarettir. Bütün bu fertlerin hayatına, mülkiyetine, hürriyetine, haysiyetine tecavüz etmemek medeni ahlakın teklif ettiği vazifelerdendir.
Görülüyor ki vatani ahlak ilelmerkez[43] olduğu hâlde, medeni ahlak anilmer- kezdir[44]. Vatani ahlak sevgilerimizin, vatan dairesinde tekasüf ve temerküz etmesini[45] istediği hâlde medeni ahlak bunların yavaş yavaş millet hudutlarını aşarak ümmet hudutlarına ve ümmet hudutlarını aşarak beynelmilel mamu- re[46] hudutlarına ve mamure hudutlarını aşarak bütün insanlık âlemine ittisa ve inbisat[47] eylememesini arzu eder. Bazen bu iki ahlak arasında ihtilaf ve tezat bile zuhur edebilir[48]. Mesela, harp zamanlarında vatani ahlak son derece şiddetlenerek, medeni ahlakı sönük bir hâle getirir. Uzun sulh[49] devreleri de yalnız medeni ahlakı kuvvetlendirerek, vatani ahlakı zayıflatır. Harbin birçok maddi ve manevi hasarlarıyla beraber, içtimai[50] bir faydası da bulunduğunu iddia edenler, bilhassa bu noktaya istinad ediyorlar[51].
Görülüyor ki millî tesanüdü[52] kuvvetlendirmek için, vatani ahlakı medeni ahlaka takdim etmek[53] ve insani kıymetin medeni ahlakın dairelerinde merkezden muhite doğru gittikçe eksildiğini, muhitten merkeze doğru geldikçe arttığını düstur ittihaz eylemek[54] lazımdır. Yani yukarıda da söylediğimiz vechle[55], kıymetin birinci derecesinde milletdaşlarımızı, ikinci derecesinde ümmetdaşla- rımızı, üçüncü derecesinde medeniyetdaşlarımızı, dördüncü derecesinde bütün insanları görmemiz ve onları derecelerine göre sevmemiz lazım gelir.
Millî tesanüdü kuvvetlendirmek için vatani ve medeni ahlaklardan sonra, bir de mesleki ahlakı yükseltmek lazımdır.
Her millet, içtimai taksim-i amal[56] neticesi olarak bir takım meslek ve ihtisas zümrelerine ayrılır. Mühendisler, tabipler, musıkişinaslar, ressamlar, muallim- ler[57], muharrirler[58], askerler, avukatlar, tacirler, çiftçiler, fabrikatörler, demirciler, marangozlar, çulhalar[59], terziler, değirmenciler, fırıncılar, kasaplar, bakkallar ilh[60]. Bu zümreler birbirinin lazım ve melzumudurlar[61], yekdiğerinin[62] yaptıkları hizmetler, bu mütekabil[63] muhtaçlıklar da bir nevi tesanüt değil midir?
Bu nev[64] tesanüdün[65] kuvvetlenmesi için, evvela, taksim-i amalin[66], ancak müşterek vicdana mâlik[67] bir cemiyet dahilinde vukua gelmesi[68] şarttır. Başka başka milletlere mensup olup da aralarında müşterek vicdan bulunmayan zümrelerin iş bölümü, hakiki taksim-i amal mahiyetinde değildir. (Durkheim) bu nev hizmetlerin mübadelesine (mütekabil tufeylilik[69]) adını veriyor. Mesela, eski Türkiye’de Türklerle gayrimüslimler müşterek bir iktisadi hayat yaşıyorlardı. Fakat aralarındaki iş bölümü, hakiki bir taksim-i amal değildir; mütekabil bir tufeylilikten ibaretti. Çünkü Türklerle bu gayr-i Türk[70] unsurlar arasında müşterek bir vicdan yoktu. Türkler, gayrimüslimlerin siyasi tufeylileri idiler, gayrimüslimler de Türklerin iktisadi tufeylileri idiler. Beynelmilel[71] iktisadi münasebetler de hep bu tarzdadır.
Bu nev tesanüdün kuvvetlenmesi için, ikinci şart da, meslek zümrelerinin bütün memlekete şamil[72] millî teşkilatlar hâlinde taazzisinden[73] sonra, her meslek zümresinde mesleki bir ahlakın teessüs etmesidir[74].
Mesleki ahlak, başka meslek zümrelerine mübah olduğu hâlde yalnız bir meslek erbabına -meslek icabı olarak- memnu[75] olan fiilleri gösterir. Mesela, bir memlekete kolera girdiği zaman, oradan herkes kaçabilir; yalnız tabiplerle papazlar kaçamaz. Bunun gibi herkes ticaretle iştigal edebilir[76]: Resmi nüfuza malik olan[77] devlet memurları edemez. Asker sınıfından olanların korkak, polislerin sefih[78], hâkimlerin tarafçı, muallimlerle[79] muharrirlerin[80] cahil ve mefkûre- siz[81] olmaları mesleki ahlaka münafidir[82]. Katiplerin ketum[83], avukatlarla tabiplerin mahremiyete riayetkâr[84] olmaları da mesleki ahlak icabatındandır.
Mamafih[85], bu mesleki ahlakların müeyyideleri[86] de vardır. Mesleki vazifelerin bu müeyyideleri, her meslek teşkilatına mahsus olarak bulunması lazım gelen (haysiyet divanları)dır.
Fertlerin meslek mütehassıslarına karşı hayatlarını, haysiyetlerini, hürriyet ve menfaatlerini himaye edecek yegane müeyyide, işte bu mesleki ahlaka ait teşkilatlardan ve vazifenamelerden ibarettir. Bunlar mevcut olmadıkça muhtelif meslekler arasında hakiki bir tesanüt[87] mevcut olamaz. Şimdi yukarıdaki be- yanatı[88] hülasa edelim[89]:
Millî tesanüdün kuvvetlendirilmesi, içtimai[90] intizam ve terakkinin[91], millî hürriyet ve istiklalin temelidir. Millî tesanüdü kuvvetlendirmek için de, vatani, medeni, mesleki ahlakların kuvvetlendirilmesi, yükseltilmesi lazımdır.
Millî harsımızın[92] şuurlu bir hâle gelip yükselmesi ne gibi teşkilatlara muhtaçtır? Evvela millî harsımı saklanmış olduğu gizli köşelerden münevverlerin[93] nazarlarına arz edecek olan arama teşkilatlarına ihtiyaç vardır. Bu vazifeyi ifa edecek teşkilatlar şunlardır: Millî Müze, Etnografi Müzesi, Millî Hazine-yi Ev- rak[94], Millî Tarih Kütüphanesi, İhsaiyat Müdüriyet-i Umumiyesi[95].
1) Türk halkının bedii[96] dehasına canlı şahitler bulunan ve fakre[97] düşen eski Türk evlerinden parça parça çıkarılıp bedestenlerde[98] satılan perdeler, halılar, şallar, ipekli kumaşlar, eski marangoz ve demirci işleri, çiniler, hüsn-i hatt levhaları, müzehhep[99] kitaplar, güzel ciltler, güzel yazılı Kuran-ı Kerimler, millî tarihimizin vesikaları olan meskukat[100] vesaire hep ecnebiler[101] tarafından satın alınarak Avrupa’ya ve Amerika’ya taşınmaktadır. Bunların harice[102] çıkarılmasını men edecek bir kanunumuz olmadığı gibi, bunları satın alarak millî bediiyat[103] âşıklarının nazarlarına arz edebilecek millî bir müzemiz de yoktur. Vakıa[104], Top- kapı Sarayı’nda büyük bir müzemiz mevcuttur. Fakat, buna (harsi[105] müze) demekten ziyade, (medeni müze) namını vermek daha münasiptir. Çünkü, bu müze Türk harsına ait millî eserlere ikinci derecede bir ehemmiyet göstermiş, birinci derecedeki ehemmiyeti beynelmilel[106] kıymete malik[107] eserlere atfetmiştir. Bu müddeamızın[108] delili şudur ki, şimdiye kadar memleketimizden sandık sandık çıkarılan Türk bedialarının[109] çıkarılmasına mani olamamış, bedestenlerde satılan bu bediaları satın alıp muhafaza etmeye çalışmamıştır.
Bu sözlerimden müzemizin dehalı bir müessisi[110] olan Hamdi Bey merhumun kıymetçe çok büyük olan himmet ve hizmetlerini inkâr ettiğime hükmolunma- sın. Abdülhamit devrinin her türlü tas’iplerine[111] rağmen, sırf kendi teşebbüs ve azmiyle ilmen gayet kıymetli bir müzeyi yoktan var eden Hamdi Bey’i takdis etmemek[112] büyük bir nankörlüktür. Büyük kardeşinin bu zati[113] eserini zenginleştirerek muhafaza eden Halil Beyefendi’yi tebcil etmemek[114] de yine aynı harekettir. Bundan başka, bu müzede Türk meskukatına[115] ve anenatına[116] dair birçok millî yadigârların mevcut olduğunu da kimse inkâr edemez. Şu kadar var ki, millî bir müzenin vazifesi, millî eserlerin milyonda birini toplayıp da baki kalanlarını[117] yabancılara kaptırmak değildir. Hamdi Bey müzesinin ilmi, medeni ve beynelmilel[118] kıymetleri gayet yüksek olabilir; fakat, harsi ve millî kıymeti öteki kıymetlerine nispetle çok aşağıdadır. Hatta bu itibarla, evkaf[119] müzesindeki eşyanın hemen cümlesi Türk harsına mensup eserler olduğu için, bu müze evvelkinden daha kıymetli görülebilir.
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki bugün, bizde hakiki bir Türk müzesine ihtiyaç vardır. Bu Türk müzesi Türk bedialarını satın alabilmek için kafi bir tahsisata[120] malik olmalı ve her şehirde arayıcıları bulunmalıdır. Aynı zamanda memleketimizden umum[121] atikaların ve bediaların[122] ihracını şiddetle meneden bir kanun yapılmalıdır. Evkaf Müzesi de liva[123] evkaf memurlarını çalıştıracak olursa, vakıf binaların enkazı ve yıpranmış eşyası arasında daha birçok kıymetli abideler bulunabilecektir. İhtimal ki ileride bu üç müze birleşerek tek bir müze hâlini de alacaktır. Herhâlde şimdilik yalnız Türk harsına dair eserleri toplayacak millî bir müzeye şiddetle ihtiyaç vardır.
2) Etnografi müzesinin vazifesi, millî müzeninkinden başkadır. Millî müze, millî tarihimizin müzesidir. Etnografi müzesi ise, milletimizin hâli hazırdaki
hayatının müzesidir. (Hal[124])in (mazi)den farkı ne ise, etnografi müzesinin de, millî tarih müzesinden farkı odur.
Etnografi müzesi, evvela, milletimizin bugün muhtelif livalarda[125], kazalarda şehirlerde, köylerde, obalarda, kullanmakta olduğu bütün eşyayı toplayacaktır. Bu toplanan eşyadan her nevi[126], sırasıyla en iptidai[127] şeklinden en müteka- mil[128] şekline kadar bir tekamül[129] silsilesi hâlinde dizilecektir. Mesela (ayakkabı) nevini alalım: Bunun en iptidai şekli olan (çarık)tan başlayarak en mütekamil şekli olan zarif potinlere kadar bütün tekamül merhaleleri bir tedriç[130] silsilesi halinde sıralanacaktır. Serpuşlar[131] erkek ve kadın elbiseleri, eyer takımları, çadırlar, yataklar ilh[132] hep böyle tekamül sıraları suretinde dizilecektir. Evlerin ve sair[133] aynen nakli kabil[134] olmayan büyük binaların küçük modelleri yapılacaktır. Köy, şehir; köprü, cami gibi manzaraların fotoğrafları aldırılacaktır.
Fakat, etnografi müzesinin toplayacağı şeyler, yalnız bu gibi maddi eşyaya mün- hasır[135] değildir. Halk içinde hâlâ yaşamakta bulunan peri masallarını, koşma ve destanları, mani ve tekerlemeleri, darbı mesel ve bilmeceleri, fıkra ve menkıbeleri şehir şehir, köy köy araştırmalar yaptırarak toplamak vazifesi de etnografi müzesine aittir. Aynı zamanda, her nahiyenin[136] konuştuğu Türk lügayve[137] mensup hususi kelimeleri, hususi savtiyatı[138] sarf ve nahv[139] kaidelerini de cem edecek- tir[140]. Bunlardan başka, halk arasında (tandırname ahkamı) yahut (keçe kitap) adları verilen ve hâlâ tahsilsiz kadınlarla bilgisiz halk arasında inanılmakta bulunan amiyane itikatları[141] ve bunlara merbut[142] bulunan sihriyyen – dinî[143] ayinleri de cem edecektir. Mesela, bu itikatlardan birine göre her insanın kendisine mahsus bir perisi vardır ki sahibinin (kırklı[144]) olduğu zamanlarda son derece azgınlaşarak tehlikeli bir vaziyet alır. İnsanlar aşağıdaki üç halde kırklı olurlar:
(i) Bir çocuk dünyaya geldiği zaman, çocukla beraber annesi ve babası kırklı olurlar. (ii) bir evlenme vukua geldiği[145] zaman hem gelin, hem de güvey kırklı olurlar. (iii) Bir adam öldüğü zaman onunla aynı evde yaşayan bütün yakın akrabaları kırklı olurlar.
Kırklıların ifasına[146] itina etmesi lazım gelen birtakım sihriyyen – dinî ayinler vardır: Mesela, iki kırklı kadın -bunlar, ister aynı sebepten, ister ayrı sebeplerden kırklı olmuş olsunar- bir odada rastgele birleşirlerse[147] mutlaka öpüşmeleri lazımdır. Öpüşmezlerse, perileri birbirleriyle kavga ederler, perilerden biri, bu kavgada yaralanır, yahut ölürse, aynı hâl, sahibine de intikal edeceğinden, bu ayini icra etmemekte büyük bir tehlike mevcuttur. Yine iki kırklı insan, biri diğerinin fevkinde[148] bulunan iki odada yatamazlar. Tandırnameye[149] göre, her adamın bir perisi olduğu gibi her evin de bir perisi var. Ev perisi, evin temiz tutulmamasından öfkelenir. Bu öfkelenme, aile hakkında muzır[150] olacağından ev kadını, evin her tarafını temiz tutmaya itina eder.
Demek ki bu batıl itikatlar[151] içinde faydalı olanlar da vardır. Etnografya müzesi bunlardan başka her nahiyedeki[152] lisani savtiyat (fonetik) ile halk melodilerini (nağmelerini) ya fonograf aletiyle, yahut nota usulüyle zapt eder[153]. Demek ki etnografi müzesinin behemehal[154] bir fotoğrafçısı, bir fonografçısı ve bir no- tacısı bulunmak lazımdır masal toplayanlar herkesten dinledikleri alelumum[155] masalları zapt etmemelidirler. Masalcı namı verilen bir takım ihtiyar kadınlar yahut erkekler vardır ki bunlar masalları anenevi[156] tabirleriyle ve bedii[157] üsluplarıyla naklederler. Böyle hakiki bir masalcı elegeçirilirse onun nakledeceği bütün masallar aynen zapt olunmalıdır. Çünkü millî masallar ancak böyle her tabiri bir müessese olan masallardır. Koşmalar, türküler ve nağmeler de hakiki saz şairlerinden alınmalıdır. Nasreddin Hoca’ya, Karagöz’e, İncili Çavul’a, Bekri Mustafa’ya, Bektaşilere ait fıkralar da mütehassıslarından öğrenilmelidir. Milletlere ve mesleklere ait taklitler meddahlardan iktibas edilmelidir[158]. Tandırname itikatları[159], onlara henüz inanmakta bulunan tahsilsiz kadınlardan sorulmalıdır. Her yerin hususi lugavyesine[160] ait tetkikler de mahallerinde yapılmalıdır.
3) Millî Hazine-yi Evrak[161], vekaletlerin gizli ve mahrem mahiyette bulunan hususi hazine-yi evraklarından başkadır. Millî Hazine-i Evrak, artık hükümetle alakası kalmamış olan eski evrak hazinesidir ki milletin müverrihleri[162] ve ilim adamları için tasnif ve muntazam idare altında teşhir olunur. Maatteessüf[163], gerek Bab-ı Ali’ye[164] ve Hariciye’ye[165], gerek Defter-i Hakaniye[166], Evkaf’a[167] ve Fetvahane’ye ait eski evrak mahzenleri şimdiye kadar ne bir araya toplanmış, ne tasnif edilmiş, ne de muhafazalarına itina olunmuştur. Millî tarihimizin en doğru vesikaları olan bu evraktan en mühimleri aşırılarak Avrupa kütüphanelerine naklolunmaktadır.
Diyarbakır gibi bazı eski vilayet ve eyalet merkezlerinde gayet kıymetli olan ka- dim[168] evrakın bakkallara satılarak sargı kâğıdı suretinde kullanıldığı da vakidir[169]. Görülüyor ki millî bir hazine-yi evrağın da behemehal[170] süratle tesisi lazımdır [171].
4) Millî Tarih Kütüphanesi de umumi kütüphaneden başkadır. Umumi kütüphane, ilmin, edebiyatın her şubesine ait kitapları cami olmak lazım gelir. Millî Tarih Kütüphanesi ise yalnız millî harsımızı[172] teşkil eden müesseselere ait tarihleri ve tarihi menbalarla vesikaları muhtevi olmalıdır[173]. Bu kitaplar ve vesikalar dinîmizin, ahlakımızın, hukukumuzun, felsefemizin, edebiyatımızın, musıkimizin mimarimizin, iktisadımızın, askerliğimizin, siyasetimizin, ilimlerimizin ve fenle- rimizin tarihlerini ve vesikalarını tamamıyla ihtiva etmelidir. O hâlde ki, bu tarih şubelerinden herhangi birinin tarihini yazmak isteyen bir müverrih[174] ihtiyaç gördüğü bütün menbaları ve vesikaları bu kütüphanede hazır bulabilsin.
5) İhsaiyat Müdüriyet-i Umumiyesi[175] de, her vekaletten tesis ettiği hususi ih- saiyat teşkilatlarından başkadır. Çünkü, her vekaletin tesis ettiği ihsaiyat teşkilatı, yalnız kendi resmi muamelelerinin muhtaç bulunduğu ihsai rakamlara ehemmiyet verir. İhsaiyat Müdüriyet-i Umumiyesi ise, millî harsın tezahürü[176] için muhtaç olduğumuz ve millî hayatın bütün şubelerine şamil[177], umumi bir ihsa- iyat[178] teşkilatıdır. Avrupalı bir mütehassısın[179] idaresinde bulunacak olan bu İhsaiyat Müdüriyet-i Umumiyesi teşekkül ettikten sonra, vekaletlere ve sair[180] gayri resmî müesseselere mensup bütün ihsai teşkilatlar onun kumandası altına verilerek hepsi, aynı usul ve sistem dahilinde çalıştırılacaktır. İşte ancak, böyle merkezi bir ihtisas dairesine mensup ihatavi[181] bir ihsaiyat teşkilatı vücuda geldikten sonradır ki memleketimizde ihsai rakamlardan[182] içtimai[183] noksanlarımızın ve meziyetlerimizin anlaşılması mümkün olur. Tatbik olunan ıslahların ve teceddütlerin[184] cemiyet için muzır[185] yahut faydalı oldukları da ancak böyle esaslı ihsaiyat defterlerinin ihzarından[186] sonra keşf ve tetkik olunabilir.
Millî harsın bu saydığımız teşkilatları sırf millî harsı[187] arayıp bulmaya yarayanlardır. Millî harsın başka bir takım teşkilatları da vardır. Bunların vazifesi de, millî hars aranıp bulunduktan sonra, Avrupa medeniyetinin onun muhtelif şubelerine aşılanmasından ibarettir. Bu vazifeyi ifa edecek teşkilatlar da şunlardır: Türk Darü’l-bedayii[188], Türk Darü’l-elhanı[189], Türk Darü’l-fünunu[190], Türkiyat encü- menidir[191]. Bunlardan misal olarak Darü’l-elhanı alalım: İstanbul’da mevcut bulunan Darü’l-elhan dümtek usulünün, yani Bizans musıkisinin Darü’l-elhanı’dır.
Bu müessese, iptidai[192] unsurları halkın samimi melodilerinde tecelli eden[193] ve Avrupa musıkisine tevkifen[194] armonize edildikten sonra asri ve garbi[195] bir mahiyet alacak olan hakiki Türk musıkisine hiç ehemmiyet vermemektedir. Mevcut Darü’l-bedayi de aynı hâldedir. Çünkü, Tiyatronun terakkisi[196] en ziyade güzel Türkçe ile halk vezninin kabulüne bağlı iken, mevcut Darü’l-bedayi bu esaslara kafi derecede kıymet vermemektedir. Binaenaleyh[197] bu iki müesse- senin Türk Darü’l-elhanı ve Türk Darü’l-bedayii hâline getirilmeleri de lazımdır.
Mevcut müesseseler içinde Türk harsına hadim[198] olan yalnız Darü’l-fünundur. Darü’l-fünunun edebiyat medresesi, adeta hars medresesi demek olduğundan millî harsı yükseltmeye en çok çalışan bu müessesedir.
Türkiyat encümenine gelince, bugün böyle bir müesseseyi en mükemmel bir hâlde teşkil etmek imkânı vardır. Çünkü, Avrupa’nın muhtelif milletlerinde Türkiyat ilmi için canını vakfetmiş[199] büyük Türkologları bu encümene aza sıfatıyla almak kabildir[200]. Avrupalı Türkologlarla yerli Türkiyatçılarımızdan mürekkep[201] bir encümen teşkil olunursa, bu heyet hem millî harsın hazine- lerini arayabilecek, hem de beynelmilel[202] akademiler âleminde ilmi bir vilayet ihraz edebilecektir[203].
Ziya Gökalp
[1] müstemleke: sömürge
[2] zuhûr etmek: ortaya çıkmak
[3] hars: kültür
[4] mefkûre: düşünce
[5] mürekkeb: oluşmuş
[6] bedîî: sanatsal, estetik
[7] derûnî: içten
[8] mecmû’: toplam, tüm
[9] sulh ve sükûn anları: barış dönemi
[10] ilk ibtidâ’: ilk önce
[11] münevver: aydın
[12] sâir: diğer
[13] muhterem: saygıdeğer
[14] hars: kültür
[15] bende: kul, köle
[16] sefâhet: gereksiz masraf
[17] cihet: yön
[18] fi’l-hakîka: gerçekten de, doğrusu
[19] ibtidâ’: önce
[20] tanılmak: tanınmak
[21] hars: kültür
[22] beyne’l-milel: uluslararası
[23] muhterem: değerli, saygıdeğer
[24] iktizâ etmek: gerekmek
[25] hikmet tecrübeleri: fizik deneyleri
[26] muttasıl: aralıksız, bitişik
[27] taksîm olunmak: bölünmek, ayrılmak
[28] husûle getirmek: meydana getirmek
[29] terakki: ilerleme
[30] dûçâr olmak: yakalanmak, tutulmak
[31] inhitât: düşüş, gerileme
[32] beyne’l-milliyet: uluslararasılık
[33] ibtidâ’: önce
[34] terakki: ilerleme
[35] lâ-dînî: din dışı
[36] husûle gelmek: ortaya çıkmak
[37] enmûzec: tür
[38] müsâvî şerâit: eşit şartlarla
[39] ehl-i salîb: Haçlılar
[40] taassub: fanatizm, tutuculuk
[41] şerâit: şartlar
[42] hülâsa: özetle
[43] ile’l-merkez: dıştan merkeze
[44] ani’l-merkez: merkezden dışa
[45] tekâsüf ve temerküz etmek: birikmek ve toplanmak
[46] ma’mûre: medeniyet dairesi
[47] ittisâ’ ve inbisât: bollaşmak ve genişlemek
[48] zuhûr etmek: ortaya çıkmak
[49] sulh: barış
[50] ictimâî: toplumsal
[51] istinâd etmek: dayanmak
[52] tesânüd: dayanışma
[53] takdîm etmek: önde tutmak, öncelik vermek
[54] ittihâz eylemek: saymak, kabul etmek
[55] vechle: şekilde, surette
[56] taksîm-i a’mâl: işbölümü
[57] mu’allim: öğretmen
[58] muharrir: yazar
[59] çulha: el tezgâhında bez dokuyan kimse.
[60] ilh: vb.
[61] melzûm: lazım olan, birbirinden ayrılmayan
[62] yekdîger: birbiri
[63] mütekâbil: karşılıklı
[64] nev’: tür
[65] tesânüd: dayanışma
[66] taksîm-i a’mâl: iş bölümü
[67] mâlik: sahip
[68] vuku’a gelmek: gerçekleşmek
[69] mütekâbil tufeylîlik: karşışıklı bağımlılık
[70] gayr-i Türk: Türk olmayan
[71] beyne’l-milel: uluslararası
[72] şâmil: kapsayan
[73] ta’azzî: şekillenme
[74] te’essüs etmek: oluşma
[75] memnû’: yasak
[76] iştigâl etmek: uğraşmak
[77] mâlik olmak: sahip olmak
[78] sefîh: zevk ve eğlence düşkünü
[79] mu’allim: öğretmen
[80] muharrir: yazar
[81] mefkûresiz: fikirsiz, idealsiz
[82] münâfî: aykırı
[83] ketûm: ağzı sıkı
[84] riâyetkâr: saygılı, sadık
[85] mâmâfîh: bununla birlikte
[86] mü’eyyide: yaptırım
[87] tesânüd: dayanışma
[88] beyânât: beyanlar, açıklamalar
[89] hülâsa etmek: özetlemek
[90] ictimâî: toplumsal
[91] terakki: ilerleme
[92] hars: kültür
[93] münevver: aydın
[94] Hazîne-yi Evrâk: belgeler hazinesi
[95] İhsâiyyat Müdüriyyet-i Umûmiyyesi: İstatistik Genel Müdürlüğü
[96] bedîî: sanatsal
[97] fakr: fakirlik
[98] bedestân: çarşı
[99] müzeh heb: süslü
[100] meskûkât: sikkeler, akçeler
[101] ecnebî: batılı
[102] hâric: yurtdışı
[103] bedîiyyât: güzel sanat
[104] vâkı’a: gerçi
[105] harsî: kültürel
[106] beyne’l-milel: uluslararası
[107] mâlik: sahip
[108] müddeâ: iddia edilen
[109] bedî’a: sanat eseri
[110] müessis: kurucu
[111] tas’îb: zorluk çıkarma, zorlaştırma
[112] takdîs etmek: kutlamak
[113] zâtî: bireysel, kişisel
[114] tebcîl etmek: yüceltmek, onure etmek
[115] meskûkât: sikkeler, akçeler
[116] an’enât: gelenekler, görenekler
[117] bâkî kalan: geri kalan
[118] beyne’l-milel: uluslararası
[119] evkâf: vakıflar
[120] tahsîsât: bir şey için ayrılmış para
[121] ‘umûm: tüm
[122] atîka ve bedî’alar: eski eserler ve sanat eserleri
[123] livâ: belde
[124] hâl: şimdi
[125] livâ: sancak
[126] nev’: tür
[127] ibtidâî: en önceki, ilk
[128] mütekâmil: gelişmiş
[129] tekâmül: gelişim
[130] tedrîc: derecelendirme
[131] serpûş: takke, sarık, başa giyilen külah
[132] ilh: vb.
[133] sâir: diğer
[134] kâbil: mümkün
[135] münhasır: sınırlı, özel
[136] nâhiye: köyden büyük olan yerleşim merkezi
[137] lügayve: ağız, diyalekt
[138] savtiyât: sesbilgisi
[139] sarf ve nahv: morfoloji ve sentaks
[140] cem’ etmek: toplamak
[141] amiyâne i’tikâd: umumi inançlar
[142] merbût: bağlı
[143] sihriyyen-dînî: büyücülükle karışık dinî pratikler
[144] kırklı: kırkı çıkmamış
[145] vuku’a gelmek: gerçekleşmek
[146] îfâ: yerine getirmek
[147] birleşmek: buluşmak, görüşmek
[148] fevk: üst
[149] tandırnâme: tandır başında otururken anlatılan hikaye/masal
[150] muzır: zararlı
[151] i’tikâd: inanç
[152] nahiye: köyden büyük yerleşim yeri
[153] zapt etmek: kaydetmek
[154] behemehâl: herhalde, mutlaka
[155] ale’l-umûm: herkese ait, genel
[156] an’enevî: geleneksel
[157] bedîî: sanatsal
[158] iktibâs etmek: ödünç almak
[159] tandırnâme i’tikâdları: Kamcılıktan kalma inançlar
[160] lügayve: ağız, diyalekt
[161] hazîne-yi evrâk: evrak hazinesi
[162] müverrih: tarihçi
[163] ma’atteessüf: yazık ki, üzülerek
[164] Bâb-ı Âlî: İstanbul, Osmanlı Hükûmeti
[165] Hâriciyye: Dışışleri
[166] Defter-i Hâkânî: Osmanlı tapu ve kadastro teşkilatı
[167] Evkâf: vakıflar
[168] kadîm: eski
[169] vâki’: olmuş, gerçekleşmiş
[170] behemehâl: herhalde, mutlaka
[171] tesisi lazımdır: kurulması lazımdır
[172] hars: kültür
[173] muhtevî olmak: içermek
[174] müverrih: tarihçi
[175] İhsâiyyat Müdüriyet-i Umûmiyesi: İstatistik Genel Müdürlüğü
[176] tezâhür: ortaya çıkmak
[177] şâmil: kapsayan
[178] ihsâiyyât: istatistik
[179] mütehassıs: uzman
[180] sâir: diğer
[181] ihâtavî: kapsayan
[182] ahsâi rakamlar: istatiksel rakamlar
[183] ictimâî: toplumsal
[184] ıslâh ve teceddüd: iyileştirme ve yenileşme
[185] muzır: zararlı
[186] ihzâr: hazır etmek, oluşturmak
[187] hars: kültür
[188] Dârü’l-bedâyi’: güzellikler evi; Şehir Tiyatrosu
[189] Dârü’l-elhân: nağmeler evi; konservatuar
[190] Dârü’l-fünûn: fenler evi; akademi
[191] encümen: kurul
[192] ibtidâî: başlangıç, ilk
[193] tecellî etmek: ortaya çıkmak
[194] tevkifen: uygun olarak
[195] asrî ve garbî: modern ve batılı
[196] terakki: ilerleme
[197] binâenaleyh: bundan dolayı, buna dayanarak
[198] hâdim: hizmet eden
[199] vakfetmek: adamak, bağışlamak
[200] kâbil: mümkün
[201] mürekkeb: oluşan
[202] beyne’l-milel: uluslararası
[203] ihrâz etmek: kazanmak