Jeokültür

Hars ve Medeniyet – Ziya Gökalp

Hars ile medeniyet arasında hem iştirak[1] noktası, hem de ayrılık noktala­rı vardır. Hars ile medeniyet arasındaki iştirak noktası, ikisinin de bütün içtimai[2] hayatları camii olmasıdır[3]. İçtimai hayatlar şunlardır: Dinî hayat, ahlaki hayat, hukuki hayat, muakalevi[4] hayat, bedii[5] hayat, iktisadi hayat, lisani hayat, fenni hayat. Bu sekiz türlü içtimai hayatların mecmuuna (hars) adı verildiği gibi (medeniyet) de denilir. İşte, hars ile medeniyet arasında iş­tirak ve müşabehet[6] noktası budur. Şimdi de hars ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, farkları arayalım:

Evvela, (hars) millî olduğu hâlde, (medeniyet) beynelmileldir[7]. Hars, yalnız bir milletin dinî, ahlaki, hukuki, muakalevi, bedii, lisani, iktisadi ve fenni hayat­larının ahenktar[8] bir mecmuasıdır[9]. Medeniyetse, aynı (mamure)ye[10] dahil birçok milletlerin içtimai hayatlarının müşterek bir mecmuudur. Mesela, Av­rupa ve Amerika mamuresinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir (Garp medeniyeti) vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz harsı bir Fransız harsı, bir Alman harsı ilh[11] mevcuttur.

Saniyen[12], medeniyet usul vasıtasıyla ve ferdi iradelerle vücuda gelen içtimai[13] ha­diselerin mecmuudur. Mesela dine dair bilgiler ve ilmler, usul ve irade ile vücuda geldiği gibi, ahlaka, hukuk, güzel sanatlara, iktisada, muakaleye[14], lisana ve fenlere dair bilgiler ve nazariyeler[15] de hep fertler tarafından usul ve irade ile vücuda geti­rilmişlerdir. Binaenaleyh[16], aynı mamure dahilinde bulunan bütün bu mefhumla- rın[17], bilgilerin ve ilimlerin mecmuu[18] (medeniyet) dediğimiz şeyi vücuda getirir.

Harsa[19] dahil olan şeylerse, usul ile, fertlerin iradesiyle vücuda gelmemişlerdir, suni değillerdir. Nebatların[20], hayvanların uzvi[21] hayatı nasıl kendiliğinden ve tabii bir surette inkişaf ediyorsa[22], harsa dahil olan şeylerin teşekkül[23] ve teka- mülü[24] de tıpkı öyledir. Mesela, lisan fertler tarafından usulle yapılmış bir şey değildir. Lisanın bir kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir kelime icat edip koyamayız. Lisanın, kendi tabiatından doğan bir kaidesini de değiş- tiremeyiz. Lisanın kelimeleri ve kaideleri ancak kendiliklerinden değişirler. Biz bu değişmeye seyirci kalırız. Fertler tarafından lisana yalnız birtakım ıstılah- lar[25] yani yeni lafzlar[26] ilave olunabilir. Fakat, bu lafzlar mensup olduğu mes­leki zümre tarafından kabul edilmedikçe, lafz, lafz mahiyetinde kalarak, kelime mahiyetini alamaz. Yeni bir lafz, bir mesleki zümre tarafından kabul edildikten sonra da, zümrevi[27] bir kelime mahiyetini alır. Ancak, bütün halk tarafından kabul edildikten sonradır ki müşterek[28] kelimeler arasına girebilir.

Fakat, yeni lafzların[29] bir zümre yahut bütün halk tarafından kabul edilip edil­memesi mucitlerinin elinde değildir. Eski Osmanlı lisanında Şinasi’den beri milyonlarca yeni lafzlar icat olunduğu hâlde, bunlardan cüzi bir kısmı zümrevi kelimeler sırasına geçebilmiştir, müşterek kelimeler sırasına geçenlerse beş on kelimeye münhasırdır[30].

Demek ki harsın ilk numunesini lisanın kelimelerinde, medeniyetinin ilk nu­munesini de yeni lafzlar suretinde icat olunan ıstılahlarda[31] görüyoruz. Kelime­ler içtimai[32] müesseselerdir[33], yeni lafzlarsa ferdi tesislerdir[34]. Bir ferdin icat ettiği bir lafz bazen, ani bir intişarla[35] halk arasında yayılabilir. Fakat bu intişar kuvvetini o lafza veren, onu icat eden değildir; cemiyetin fertlerce meçhul olan gizli bir cereyanıdır[36].

Bundan on beş sene evvel, memleketimizde yan yana iki lisan yaşıyordu: Bun­lardan birincisi, resmi bir kıymete malikti[37] ve yazıyı inhisar[38] altına almış gi­biydi. Buna (Osmanlıca) adı veriliyordu.

İkincisi, yalnız halk arasında konuşmaya münhasır[39] kalmış gibiydi. Buna da istihfafla[40] (Türkçe) adı veriliyordu ve avama[41] mahsus bir (argo) zannedili­yordu. Hâlbuki asıl tabii ve hakiki lisanımız bu idi. (Osmanlıca) ise, Türkçe, Arapça ve Acemceden ibaret olan üç lisanın sarfını[42], nahvini[43], kamusunu[44] bileştirmekle husule gelmiş[45] suni bir halitadan[46] ibaretti. Bu iki lisandan bi­rincisi tabii bir teşekkül[47] ve teamülle[48] kendiliğinden vücuda gelmişti. Binae- naleyh[49], harsımızın[50] lisanı idi. İkincisi ise fertler tarafından usulle ve irade ile yapılmıştı. Bu lisani aşurenin içine yalnız bazı Türkçe kelimeler ve edatlar karı­şabilirdi. Demek ki Osmanlıcanın harsımızdan pek az bir hissesi vardı. Bundan dolayı ona medeniyetimizin lisanı idi diyebiliriz.

Memleketimizde bu iki lisan gibi, iki vezin de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk vezni, usul ile yapılmıyordu. Halk şairleri vezinli olduğunu bilme­den gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii bu ilham ile, ibda[51] ile oluyordu. Usulle ve taklitle yapılmıyordu. O hâlde, bu vezin de Türk halkına dahildi. Osmanlı vez­nine gelince, bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu vezinde şiir yazanlar taklitle ve usulle yazıyorlardı. Bundan dolayıdır ki (aruz vezni) denilen bu vezin halk arasına nüfuz edememişti. Bu vezinde şiir yazanlar, Acem edebiyatını tederrüs[52] tarikiy- le[53] öğreniyorlar, usul vasıtasıyla aruzu tatbik ediyorlardı[54]. Binaenaleyh, aruz vezni millî harsımıza dahil olmadı. Acemlerde ise köylüler bile aruz vezninde şiir­ler söylerler. Binaenaleyh, aruz vezni İran’ın millî harsına dahil demektir.

Memleketimizde bunlardan başka, yanyana yaşayan iki musıki vardır. Bun­lardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan (Türk musıkisi) diğeri (Farabi) tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas[55] olunan (Osmanlı musıki- si)dir. Türk musıkisi ilham ile vücuda gelmiş, taklitle hariçten[56] alınmamıştır. Osmanlı musıkisi ise, taklit vasıtasıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam ettirilmiştir. Bunlardan birincisi harsımızın, ikinicisi ise, medeniyetimizin mu- sıkisidir. Medeniyet usulle yapılan ve taklit vasıtasıyla bir milletten diğer millete geçen mefhumların[57] ve tekniklerin mecmuudur[58]. Hars[59] ise hem usulle ya­pılan, hem de taklitle başka milletlerden alınamayan duygulardır. Bu sebeple, Osmanlı musıkisi kaidelerden mürekkep[60] bir fen şeklinde olduğu hâlde, Türk musıkisi, kaidesiz, usulsüz, fensiz melodilerden, Türk’ün bağrından kopan sami­mi nağmelerden ibarettir. Hâlbuki Bizans musıkisinin menşeine çıkarsak bunu da eski Yunanlıların harsı dahilinde görürüz.

Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur. Türk edebiyatı halkın darbı mesele- riyle[61] bilmecelerinden, halk masallarıyla halk koşmalarından, destanlarından, halk cenknameleriyle menkıbelerinden, tekkelerin[62] ilahileriyle nefeslerinden, halkın nekregüyane[63] fıkralarından ve halk temaşasından[64] ibarettir. Darbı meseller doğrudan doğruya halkın hikmetleridir. Bilmeceleri de vücuda geti­ren halktır. Halk masalları da fertler tarafından düzülmemiştir. Bunlar Türk’ün esatir[65] devrelerinden başlayarak anenevi[66] bir surette zamanımıza kadar ge­len peri masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut kitabındaki masallar da ozandan ozana şifahi[67] bir surette intikal ederek ancak birkaç asır evvel yazıl­mıştır. Şah İsmail, Âşık Kerem, Âşık Garip, Köroğlu kitapları da vaktiyle halk tarafından yazılmış halk masallarıdır. Türk tarihinde ve etnografyasındaki ustureler[68], lejantlar[69], efsaneler de, Türk edebiyatının unsurlarıdır. Cenkna-

meler ve dinî menkıbelere gelince bunlar halk edebiyatının İslamî devresine mahsus mahsullerdir. Halk şairlerinin koşmalarıyla destanları, manileriyle tür­küleri de, yukarıda saydığımız eserler gibi, Türk halkının samimi eserleridir. Bunlar da usulle, taklitle yapılmamışlardır. Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlanlar gibi şairler halkın sevgili şairleridir. Tekkeler de birer halk mabedi olduğu için, buralarda doğan ilahilerle nefesler de halk edebiyatına, binaenaleyh[70] Türk edebiyatına dahildir. Yunus Emre ve Kaygusuz’la Bektaşi şairleri bu zümreye dahildir. Osmanlı edebiyatı ise, masal yerine ferdi hikayelerle romanlardan, koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle alafranga manzumelerden mürekkeptir[71]. Osmanlı şairlerinden her biri, mutlaka, Acem devrinde bir Acem şairiyle, Fransız devrinde bir Fransız şairiyle mütenazırdır[72]. Fuzuli ile Nedim bile bu hususta müstesna değillerdir. Bu cihetle[73], Osmanlı edipleriyle[74] şairlerinden hiçbiri orijinal değildir, hepsi mukallittir[75], hepsinin eserleri bedii[76] ilhamdan değil, zihni hünerverlikten doğmuştur. Mesela nekregûluk[77] (humor[78]) nokta-yı nazarından[79] bu iki zümreyi mukayese edelim: Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bekri Mustafa ve Bektaşi Babaları halkın nekregûlarıdır, Kani ile Sururi ise Osmanlı divanının mizahçılarıdır. Tabii nekrelikle suni mi­zah arasındaki fark bu karşılaştırma ile meydana çıkar.

Karagözle Ortaoyunu’na gelince, bunlar da halk temaşası[80] yani, anenevi[81] Türk tiyatrosudur. Karagöz’le Hacivat’ın muarazaları[82], Türk’le Osmanlı’nın, yani o zamanki harsımızla[83] medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir. Ah­lakta da aynı ikiliği görürüz. (Türk ahlakı) ile (Osmanlı ahlakı) birbirine zıt gibidir. Mahmut Kaşgari, Divan-ı Lügat’in (Türk) maddesinde, Türkleri muh- tasaran[84] tarif ediyor. Diyor ki Türk’te tasallüf[85] ve tefahür[86] yoktur. Türk büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar yaptığı zaman, bir fevkaladelik yaptığın­dan habersiz gibi görünür. (Cahiz) de Türkleri aynen bu suretle tefsir ediyor[87]. Osmanlı enmuzecine[88] bakarsak eski şairlerinde fahriyelerin[89], yeni ediplerin- de[90] tasallüf ve tefahürün hâkim olduğunu görürüz. Servet-i Fünun mektebi Osmanlı edebiyatının en parlak bir devridir. Bu mektebe mensup olan ediplerle şairler ekseriyetle[91] reybi[92], bedbin[93], ümitsiz, hasta ruhlar suretinde tecelli etmişlerdir[94]. Hakiki Türk ise yakînlı[95], nikbin[96], ümitli ve sağlamdır.

Hatta, ulemamız[97] arasında da bu ikiliği görürüz. Osmanlı ulemasının anene- vi[98] ünvanı (ulema-yı rüsum[99]) idi. Anadolu’daki ulema ise (halk uleması) idi. Birinciler rütbeli, fakat cahil idiler. İkinciler ilimli fakat rütbesiz idiler. Siyaset ve askerlik sahasında büyük bir dâhi olan Afşarlı Nadir Şah bütün Müslümanları Sünnilik dairesinde birleştirmek ve umum[100] sultanları Osmanlı padişahının riya- seti[101] altına sokmak için, müzakerede bulunmak üzere, İstanbul’a dinî ve siyasi bir heyet göndermişti. İstanbul’da bu heyetle müzakereye ulema-yı rüsumu memur ettiler. İranlı ulema heyeti, bunlara söz anlatmaktan aciz kalınca sadrazama mü­racaat ederek dediler ki “bizim siyasi hiçbir rütbemiz, ilimden başka payemiz[102] yoktur. Hâlbuki müzakerede bulunduğumuz zatlar büyük rütbeli zevat[103] olduk­larından, huzurlarında serbestçe söz söyleyemiyoruz. Bizi taşradaki rütbesiz ulema ile görüştürürseniz çok memnun oluruz.” Ragıp Paşa’nın (Tahkik ve Tevfik) adlı kitabında naklettiği bu mevsuk vakıa[104] gösteriyor ki Nadir Şah’ın ilmi heyeti, Osmanlı ulmeasına değil, Türk ulemasına kıymet veriyorlardı.

Eski devirlerin hatta siyasi ve askeri muvaffakiyetleri[105] de halk arasından çıkmış cahil ve ümmi[106] paşalara aittir. Bilahire[107] Ragıp Paşa ve Sefih İbrahim Paşa gibi Osmanlı maarifinde[108] yüksek bir mevki ihraz edenler[109] hükümetin başına geçince, işler bozulmaya başladı.

Mamafih[110], bu içtimai[111] ikilikler yalnız fikrî faaliyetlere mahsustu. O za­manlar, el işi avama[112] mahsus sayıldığından, havas[113] sınıfı tekniklerin bütün nevlerinden[114] uzak duruyordu. Bu sebeple, mimarlık, hattatlık, hakkaklık[115], mücellitlik[116], tezhipçilik[117], marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çul- halık[118], ressamlık, nakkaşlık gibi ameli[119] tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da halk tekniği idi. Demek ki umumiyetle yüksek bir bediiliği[120] haiz olan[121] bu sanatlara münhasıran[122] Türk sanatı namını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetinin unsurları değil, Türk harsının[123] unsurlarıydı. Bugün Avrupa, bu eski sanatlarımızın mahsullerini milyarlar sarf ederek parça parça topluyor. Avrupa’nın, Amerika’nın müzeleri, salonları hep Türk eserleriyle dolmaktadır. Avrupa’da bu Türkperestliğe[124] (Türküri) namı verilir. Avrupa’nın hakiki müte- fekkir[125] ve sanatkârları mesela Lamartinleri, Agust Komtları[126], Piyer Lafitleri, Mismerleri, Piyer Lotileri, Farerleri Türk’ün samimi sanatına, mahviyetli[127] ve gösterişsiz ahlakına, derin ve taassupsuz[128] diyanetine, hülasa[129], kanaat ve tes­limiyetle beraber daimi bir nikbinlik[130] ve mefkûrelilikten[131] ibaret olan fakira- ne[132], fakat mesudane[133] hayatına meftundurlar[134]. Lakin, bunların âşık olduk­ları şeyler, Osmanlı medeniyetine dahil olan usuli[135] ve taklidi[136] eserler değil, Türk harsına mensup olan ilhami[137] ve orijinal eserlerdir.

Yalnız memleketimize mahsus olan bu garip vaziyetin sebebi nedir? Niçin bu ülkede yaşayan bu iki enmuzec[138], Türk enmuzeci ile Osmanlı enmuzeci birbi­rine bu kadar zıttır. Niçin Türk enmuzecinin her şeyi güzel, Osmanlı enmuze- cinin her şeyi çirkindir. Çünkü, Osmanlı enmuzeci Türk’ün harsına ve hayatına muzır olan[139] emperyalizm sahasına atıldı, kozmopolit oldu, sınıf menfaatini millî menfaatin fevkinde[140] gördü. Filhakika[141], Osmanlı İmparatorluğu geniş­ledikçe, yüzlerce milletleri siyasi dairesine aldıkça, idare edenlerle idare olunan­lar ayrı iki sınıf hâline giriyorlardı. İdare eden bütün kozmopolitler (Osmanlı sınıfı)nı, idare olunan Türkler de (Türk sınıfı)nı teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendinî millet-i hâkime[142] suretinde görür, idare ettiği Türklere millet-i mahkume[143] nazarıyla bakardı. Osmanlı daima, Türk’e (eşek Türk) derdi. Türk köylerine resmi bir şahıs geldiği zaman, (Osman­lı geliyor) diye herkes kaçardı. Türkler arasında Kızılbaşlığın zuhuru[144] bile bu ayrılıkla izah olunabilir.

Şah İsmail’in dedesi olan (Şeyh Cüneyt) Oğuz boyları arasında (Evlat mı ak- demdir[145] yoksa ashab[146] mı?) diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz boyları Oğuz Han’ın evladı ve Kayıların amcazadeleri değil miydiler? Nasıl oluyordu da padişahın Enderun’dan çıkan devşirmelerden mürekkep[147] olan ashabı bun­lara takdim ediliyordu[148]. O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki maz- lumiyetini vaktiyle Ehl-i Beyt’in uğramış olduğu mazlumiyete benzetiyorlardı. O zaman Türkmenlerin büyük bir kısmı bu müşabehete[149] aldanarak baba oca­ğından ayrıldılar. Kendi kendilerine ayrı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir mabet[150] yaptılar.

Mamafih[151], dinen Osmanlılardan ayrılmış olan Sünni Türkler de, harsen[152] Os­manlı emperyalizmine tabi oldular, bunlar da kendi kendilerine millî bir hars yaparak, Osmanlı medeniyetine karşı tamamıyla lakayıt[153] kaldılar. Osmanlı medeniyetinin güzidelerine[154] (havass[155]) denildiği gibi, Türk harsının da ozan­ları, âşıkları, babaları ve ustaları vardı. Demek ki memleketimizde iki türlü güzi­deler mevcuttu. Bunlardan birincisi sarayı temsil ediyordu, bu zümrenin maişe- tini[156] temin eden de saraydı. Mesela, Osmanlı şairleri saraydan caize[157] almakla geçindikleri gibi, Osmanlı musıkişinasları[158] da sarayın verdiği ihsanlarla, ma­aşlarla geçinirlerdi. Halkın saz ve söz şairleri ise, halkın hediyeleriyle yaşarlardı. Ulema-yı rüsum[159] namını alan Osmanlı uleması kazaskerlikte, kadılıkta yük­sek maaşlar ve arpalıklar[160] alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden ibaret olan Türk dinîyatçılarını[161] ise yalnız halk beslerdi. Bu sebeple, güzel sanatlarda ve sair[162] sanayide[163] rehberlik eden ustalar, yiğitbaşılar ve Ahi babalar yalnız halk sınıfından yetişirler ve daima halk ve Türk kalırlardı.

Görülüyor ki hars ile medeniyeti birbirinden ayıran, harsın bilhassa duygular­dan, medeniyetin bilhassa bilgilerden mürekkep olmasıdır[164]. İnsanda duygular usule ve iradeye tabi değildir. Bir millet diğer milletin dinî, ahlaki, bedii[165] duy­gularını taklit edemez. Mesela Türklerin İslamiyet’ten evvelki dinînde Göktanrı mükafat tanrısıdır. Mücazata[166] karışmaz. Mücazat ilahı (Erlik Han) isminde başka bir usturevi[167] şahsiyettir. Tanrı yalnız cemal[168] sıfatıyla tecelli ettiği[169] için, eski Türkler onu yalnız severlerdi; Tanrı’ya karşı korku hissiyle mütehassis olmazlardı[170]. İslamiyet’ten sonra, Türklerde Muhabbetullah’ın[171] galip olması bu eski anenenin[172] devamından ibarettir. Türklerde Mahaffetullah[173] pek en­derdir. İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin tecrübeleri gösteriyor ki güzelliğe, iyiliğe dair vaaz eden vaizlerin müdavimleri artıyor; cehennemden, zebaniler­den bahseden vaizlerin samileriyse[174] daima azalıyor. Türklerin eski dinlerinde zühdi[175] ibadetler yoktu, bedii ve ahlaki ayinler çoktu. Bunun neticesi olarak İslamiyet’ten sonra da, Türkler en kutlu bir imana en samimi bir diyanete malik oldukları[176] hâlde, zahidane ve mutaasıbane[177] duygulardan azade kaldılar. Bu hususta Yunus Emre’yi okumak kafidir. Türklerin camilerde ilahilere Mevlid-i Şerif kıraatine[178]; tekkelerde[179] ise, şiire ve musıkiye büyük bir mevki vermeleri bedii[180] diyanet enmuzecine[181] mensup bulunmamalarındandır.

Eski Türk dinînde, Türk Tanrı’sı sulh ve müsalemet[182] ilahı idi. Türk dinînin mahiyetini[183] gösteren (il) kelimesi, sulh manasına[184] idi. (Mahmud-ı Kaşgari). İlci (sulhçu) demek olduğu gibi, İlhan (sulh hakanı) demektir. Türk ilhanları, Mançurya’dan Macaristan’a kadar daimi bir sulh vücuda getiren sulhperest[185] mücedditlerden[186] başka bir şey değildiler.

En eski Türk devletinin müessisi[187] olan (Mete)’nin yüksek ahlakını, sulhper- verliğini[188] emperyalizmden içtinabını[189] (Yeni Mecmua)’da yazmıştım. Türk sulhperverliğininin müessisi Mete’dir.

Türklerin bu eski sulh anenesi sayesindedir ki Türk hükümdarları İslam dev­rinde de daima mağluplara şefkatle muamele etmiş, daima kendilerini bey­nelmilel[190] bir sulh amili[191] tanımışlardır. Türk tarihi baştan başa bu davaya şahittir. Avrupalıların o kadar itham ettikleri, (Attila) bile yine onların rivaye- tince mağlup milletler ne zaman sulh istemişlerse derhal kabul etmiştir. Çün­kü, Attila da bir ilhan, yani cihan sulhunu temine çalışan bir mücedditti[192]. Avrupalılar Attila’nın (Tanrı kutu) ünvanını, (Allah’ın belası) suretinde tercü­me etmekle tarihi bir günah işlemişlerdir. Türklerin bütün sanat şubelerinde aşikar olan bedii[193] hususiyetleri de tabiilik, sadelik, zarafet ve orijinalliktir. Türk’ün halılarında, çinilerinde, mimarisinde, hüsn-i hattında tecelli eden hep bu bedii meziyetlerdir. Türk’ün güzel sanatlarında olduğu gibi diyanet ve ahla­kında da hep bu meziyetlerin hâkim olduğu görülür. Bu misalden de anlaşılır ki bir harsı[194] teşkil eden müteaddid[195] içtimai[196] hayatlar arasında samimi bir tesanüt[197], deruni[198] bir ahenk vardır. Türk’ün lisanı nasıl sade ise, dinî, ah­laki, bedii, siyasi, iktisadi, ailevi hayatları da hep sade ve samimidir. Türk’ün hayatındaki sevimlilik ve orijinallik bu merkezi seciyesinin[199] bir tecellisinden ibarettir. Fakat, harsın unsurları arasındaki bu ahenge bakıp da, medeniyetin de ahenktar[200] unsurlardan mürekkep[201] olduğunu zannetmek doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, Acem, Arap harslarıyla İslam dinîne, Şark[202] mede­niyetine ve son zamanlarda da Garp[203] medeniyetine mensup müesseselerden mürekkep bir halitadır[204]. Bu müessese hiçbir zaman kaynaşarak, imtizaç ederek[205] ahengtar bir manzume[206] hâline giremedi. Bir medeniyet ancak millî bir harsa aşılanırsa, ahenktar bir vahdet[207] hâlini alır. Mesela, İngiliz medeniyeti İngiliz harsına aşılanmıştır. Bu sebeple İngiliz harsı gibi, İngiliz medeniyetinin unsurları arasında da ahenk vardır.

Hars ile medeniyet arasındaki bir münasebet de şudur: Her kavmin iptida[208] yalnız harsı vardır. Bir kavim, harsen yükseldikçe siyasetçe de yükselerek kuvvet­li bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan da harsın yükselmesinden medeniyet de doğmağa başlar. Medeniyet, iptida millî harstan doğduğu hâlde, bilahire[209] komşu milletlerin medeniyetinden de birçok müesseseler alır. Fakat, bir cemi­yetin medeniyetinde fazla bir inkişafın[210] süratle husulü[211] muzırdır[212]. (Ribo) diyor ki: Zihin fazla bir inkişafa mazhar olunca seciyeyi bozar. Fertte zihin ne ise, cemiyette de medeniyet odur. Fertte seciye ne ise, cemiyette de hars odur. Binaenaleyh[213] zihnin fazla inkişafı ferdi seciyeyi bozduğu gibi, medeniyetin fazla bir inkişafı da millî harsı bozar. Millî harsı bozulmuş olan milletlere de (dejenere milletler) namı verilir.

Hars ile medeniyetin sonuncu bir münasebeti de şudur: Harsı kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, harsı bozulmuş, fakat, medeniyeti yüksek olan di­ğer bir millet, siyasi mücadeleye girince, harsı kuvvetli olan millet daima galip gelmiştir. Mesela eski Mısriler[214], medeniyette yükselince harsları bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise, medeniyette henüz geri olmakla beraber, kuvvetli bir harsa da malikti[215] bu sebeple, Farsiler, Mısrileri mağlup et­tiler. Birkaç asır sonra, İran’da da medeniyet yükseldi.Tabiidir ki hars zayıflama­ya başladı. Bu kere de iptida harsları henüz bozulmamış olan Yunanlara mağlup oldular. Bir müddet sonra, Yunan harsı[216] da bozulmaya başladığından, gerek Yunaniler gerek İraniler, kuvvetli bir harsla meydana çıkan medeniyetsiz Ma­kedonyalılara mağlup oldular. Şark’ta[217] Eşkaniyan ve Sasaniyan sülalelerinin, Garp’ta[218] Romalıların, harsı bozulmaya başlayan Makedonyalılara galebesi[219] de aynı suretle izah olunabilir. Nihayet, medeniyetten hiçbir nasibi olmayan, fakat, harsta son derece kuvvvetli olan Araplar meydana çıkarak hem Sasanilere, hem de Romalılara galip geldiler. Fakat, çok zaman geçmeden Arap milleti de medenileşmeye başladığından harsı kaybederek siyasi hâkimiyeti Türkistan’dan yeni gelmiş olan Töreli Selçuk Türklerine teslim ettiler. Töre, Türklerin millî harsından başka bir şey değildi. Türklerin şimdiye kadar müstakil kalması, Ça­nakkale’den İngilizlerle Fransızları kovması ve Mütareke’den sonra İngiliz silah­larıyla ve parasıyla teçhiz edilmiş[220] bulunan Yunanlılarla Ermenileri mağlup ederek manen[221] İngilizleri yenmesi, hep bu millî harsın kuvveti sayesindedir.

Hars ile medeniyet arasındaki bu münasebetler anlaşıldıktan sonra, artık Türk­çülüğün ne demek olduğunu ve bu memlekette ne gibi vazifelerin ifasına[222] me­mur bulunduğunu tayin edebiliriz. Osmanlı medeniyeti iki sebeple yıkılmaya mahkumdu: Birincisi Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün imparatorluklar gibi muvakkat[223] bir camiadan ibaret olmasıydı. Ebedi hayata malik olan[224] zümre­lerse, camialar değil, cemiyetlerdir. Cemiyetlere gelince, bunlar yalnız millet­lerden ibarettir. Mahkum milletler, millî benliklerini imparatorlukların koz­mopolit idaresi altında, ancak muvakkaten[225] unutabilirlerdi. Birgün, mutlaka, milletlerden ibaret olan hakiki cemiyetler, raiyyelik[226] uykusundan uyanacaklar harsi istikballerini[227] ve siyasi hâkimiyetlerini isteyeceklerdi. Avrupa’da beş asır­dan beri bu ameliye[228] devam ediyordu. Binaenaleyh[229], bu ameliyeden azade kalmış olan Avusturya, Rusya ve Osmanlı İmparatorluklar’ı da, selefleri[230] gibi, inhilale[231] düçar olacaklardı[232]. İkinci sebep, Garp medeniyeti yükseldikçe Şark medeniyetini büsbütün ortadan kaldırmak hassasını[233] haiz bulunmasıdır[234]. Rusya’da ve Balkan milletlerinde Garp medeniyeti, Şark medeniyetinin yerine kaim olduğu[235] gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da aynı hâl vukua gelecekti[236]. Şark medeniyeti bazılarının zannettiği gibi gerçekten İslam medeniyeti değildi. Menşe itibariyle Şarki[237] Roma medeniyetinden ibaretti. Nasıl ki Garb medeni­yeti de Hristiyan medeniyeti değil, Garbi Roma medeniyetinin bir devamından ibaretti. Osmanlılar Şarki Roma medeniyetini doğrudan doğruya Bizans’tan almadılar: kendilerinden evvel, Müslüman Araplarla Acemler bu medeniyeti almış olduklarından, Osmanlılar onu bu dindaş milletlerden aldılar. Bundan dolayıdır ki bu medeniyeti, bazı mütefekkirler[238] İslam medeniyeti zannettiler. Yukarıdaki (medeniyetimiz) ünvanlı mebhasta[239], Şark medeniyetinin Şarki Roma medeniyeti olduğunu tarihi delillerle ispata çalıştım. Bu husustaki delil­ler o kadar çoktur ki bir iki makalede değil, birkaç ciltlik bir kitapta ancak cem edilebilir[240].

Garp medeniyetinin her yerde Şark medeniyetinin yerine kaim olması[241], tabi bir kanun olunca, Türkiye’de de bu ikame[242] hadisesinin vukuu[243] zaruri demek­ti. O hâlde, Şark medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti, beheme- hal[244] ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam dinîyle beraber bir Türk harsı diğer taraftan da Garp medeniyeti kaim olacaktır. İşte Türkçülüğün vazi­fesi, bir taraftan yalnız halk arasında kalmış olan Türk harsını arayıp bulmak, diğer cihetten[245] Garp medeniyetini tam ve canlı bir surette alarak millî harsa aşılamaktır.

Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Garp medeniyetiyle telife[246] çalışmışlar­dı. Hâlbuki iki zıt medeniyet yanyana yaşayamazlar; sistemleri birbirine muha­lif bulunduğu için ikisi de birbirini bozmaya sebep olur. Mesela, Garb’ın musıki fenniyle Şark’ın musıki fenni birbiriyle itilaf edemez[247]. Garb’ın tecrübi[248] man­tığıyla Şark’ın skolastik[249] mantığı yekdiğeriyle[250] barışamaz. Bir millet ya Şarklı olur, ya Garplı olur. İki dinli bir fert olamadığı gibi, iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için, yaptıkları teceddütte[251] muvaffak olamadılar[252]. Türkçülere gelince, bunlar, esasen Bizanslı olan Şark medeniyetini büsbütün terk ederek Garp medeniyetini tam bir surette almak is­tediklerinden azimlerinde[253] muvaffak olacaklardır. Türkçüler, tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla Garp medeniyetine tam ve kati bir surette girmek isteyenlerdir. Fakat, Garp medeniyetine girmeden evvel, millî harsımızı[254] ara­yıp bularak millî harsımızı meydana çıkarmamız icap eder.

[1] iştirak noktası: birleşilen nokta, ortak nokta

[2] ictimâî: toplumsal, sosyal

[3] câmi’ olmak: içermek,

[4] mu’âkalevî: akla dayalı, aklî

[5] bedîî: sanatsal

[6] müşâbehet: benzeşme

[7] beyne’l-milel: uluslararası

[8] ahengdâr: ahenkli

[9] mecmua: toplam, birleşim, bütün

[10] ma’mûre: medeniyet dairesi

[11] ilh: vb.

[12] sâniyen: ikinci olarak

[13] ictimâi: toplumsal, sosyal

[14] mu’âkale: akıl, aklî

[15] nazariye: görüş, teori

[16] binâenaleyh: bu sebeple, buna dayanarak

[17] mefhûm: kavram

[18] mecmû’: bütünü, hepsi

[19] hars: kültür

[20] nebât: bitki

[21] uzvî: organik, canlı

[22] inkişaf etmek: ortaya çıkmak

[23] teşekkül: meydana gelme, şekillenme

[24] tekâmül: gelişme, değişme

[25] ıstılah: kelime türetme

[26] lafz: söz, kelime

[27] zümrevî: zümreye ait

[28] müşterek: ortak

[29] lafz: söz, kelime

[30] münhasır: sınırlı

[31] ıstılâh: tabir, deyim

[32] ictimâî: toplumsal

[33] müessese: türetim, yapım, oluşum

[34] tesîs: oluşum, türetim

[35] intişâr: yayılma

[36] cereyân: hareket, akım

[37] mâlik: sahip

[38] inhisâr: sınırlama, kontrol

[39] münhasır: sınırlı

[40] istihfâf: küçümseme

[41] avâm: halk

[42] sarf: biçimbilgisi, yapıbilgisi

[43] nahv: sözdizim, cümlebilgisi

[44] kâmûs: söz varlığı

[45] husûle gelmek: ortaya çıkmak

[46] halîta: karışık, birleşik yapı

[47] teşekkül: meydana gelme, şekillenme

[48] teâmül: kullanılmak yoluyla yaygınlaşma

[49] binâenaleyh: bu sebeple, buna dayanarak

[50] hars: kültür

[51] ibdâ’: özgün eser yaratma

[52] tederrüs: ders alma, öğrenme

[53] tarîkiyle: yoluyla, vasıtasıyla

[54] tatbîk etmek: uygulamak, kullanmak

[55] iktibas: almak

[56] hâric: dışarı

[57] mefhûm: kavram

[58] mecmû’: toplam, hepsi

[59] hars: kültür

[60] mürekkeb: karıştırılarak, birleştirilerek oluşmuş

[61] darb-ı mesel: atasözü, özlü söz

[62] tekye: tekke

[63] nekregûyâne: mizahi tarzda, gülünç

[64] temâşâ: seyirlik eser

[65] esâtir: masal, mitoloji

[66] an’enevi: geleneksel

[67] şifâhî: sözlü

[68] ustûre: masal, mitolojik anlatı

[69] lejant: karikatür, anlatı

[70] binâenaleyh: bu sebeple, buna dayanarak

[71] mürekkeb: birleşerek oluşmak

[72] mütenazır: benzer, birbirine karşılık gelen, birbirine uyan

[73] cihet: sebep

[74] edîb: edebiyatçı

[75] mukallid: taklitçi

[76] bedîî: sanatsal

[77] nekregûluk: mizahçılık, fıkracılık

[78] humor: mizah

[79] nokta-yı nazar: bakış açısı

[80] temâşâ: izlence, gösteri

[81] an’enevî: geleneksel

[82] muâraza: sözlü çekişme

[83] hars: kültür

[84] muhtasaran: kısaca

[85] tasallüf: övünme, kibirlenme

[86] tefâhür: övünme

[87] tefsîr etmek: açıklamak

[88] enmûzec: millet; tür, örnek

[89] fahriye: şairin kendinî övmek için yazdığı şiir

[90] edîb: edebiyatçı

[91] ekseriyetle: çoğunlukla

[92] reybî: şüpheci

[93] bedbîn: ümitsiz, karamsar

[94] tecelli etmek: ortaya çıkarmak

[95] yakînlı: görüşleri net olan, şüpheli olmayan

[96] nîkbîn: iyimser

[97] ulemâ: alimler

[98] an’enevî: geleneksel

[99] ulemâ-yı rüsûm: resmi alimler

[100] umûm: genel, tüm

[101] riyâset: reislik, başkanlık

[102] pâye: rütbe, derece

[103] zevât: zatlar, kişiler

[104] mevsûk vâkı’a: delili olan olay, kanıtlanmış olay

[105] muvaffakiyet: başarı

[106] ümmî: okuma yazma bilmeyen

[107] bi’l-âhire: daha sonra

[108] maârif: yönetim

[109] ihrâz etmek: erişen, ulaşan

[110] mâmâfîh: bununla birlikte

[111] ictimâî: sosyal, toplumsal

[112] avâm: halk, toplumun alt tabakası

[113] havâss: seçkinler, üst sınıf

[114] nev’: tür

[115] hakkâk: mühürcü

[116] mücellidlik: kitap ciltçisi

[117] tezhîbcilik: kitap süsleme

[118] çulhalık: dokumacılık

[119] amelî: pratik, çalışmak suretiyle meydana getirilen

[120] bedîîlik: sanatsal değer

[121] hâiz olmak: içermek

[122] münhasıran: sadece

[123] hars: kültür

[124] Türkperestlik: Türk merakı, Türk hayranlığı

[125] mütefekkir: düşünür

[126] Ogust Kont: Agust Komt

[127] mahviyyetli: alçak gönülü, tevazu sahibi

[128] taassub: yobazlık, fanatiklik

[129] hülâsa: özetle

[130] nîkbînlik: iyimserlik

[131] mefkûrelilik: düşüncelilik

[132] fakîrâne: fakirce

[133] mesûdâne: mesutça

[134] meftûn: hayran, tutkun

[135] usûlî: yönteme dayalı

[136] taklîdî: taklide dayalı

[137] ilhâmî: ilhama dayalı

[138] enmûzec: millet, kimlik

[139] muzırr olmak: zarar vermek

[140] fevkinde: üstünde

[141] fi’l-hakîka: doğrusu, hakikaten

[142] millet-i hâkime: hâkim millet

[143] millet-i mahkûme: mahkum millet

[144] zuhûr: ortaya çıkmak

[145] akdem: önce gelen, daha önemli

[146] ashâb: halk, ahali

[147] mürekkeb: birleşerek oluşmuş

[148] takdîm etmek: önde tutmak, öncelik vermek

[149] müşâbehet: benzerlik, benzeşme

[150] ma’bed: ibadethane

[151] mâmâfîh: bununla birlikte

[152] harsen: kültür olarak

[153] lâkayd: ilgisiz

[154] güzîde: seçkin

[155] havâss: seçkinler, elitler

[156] maîşet: geçim

[157] câize: bahşiş, armağan

[158] mûsıkîşinâs: musıki ustası

[159] ulemâ-yı rüsûm: resmi alimler

[160] arpalık: Osmanlı memurlarının maaşa ek olarak aldıkları ücret

[161] dîniyâtçı: din adamı

[162] sâir: diğer

[163] sanâyi’: sanatlar

[164] mürekkeb olmak: birleşerek oluşmuş

[165] bedîî: sanatsal

[166] mücâzât: ceza

[167] ustûrevi: efsanevi

[168] cemâl: güzellik

[169] tecelli etmek: ortaya çıkmak

[170] mütehassis olmak: hislenmek, duygulanmak

[171] Muhabbetullah: Allah sevgisi

[172] an’ene: gelenek

[173] Mahaffetullah: Allah korkusu

[174] sâmi’: dinleyici

[175] zühdî: dünyayla ilgilenmeyip ibadetle uğraşma şeklinde

[176] mâlik olmak: sahip olmak

[177] zâhidâne ve mutaasıbâne: fanatikçe ve yobazca

[178] kırâat: okuma

[179] tekye: tekke

[180] bedîî: sanatsal

[181] enmûzec: tür

[182] sulh ve müsâlemet: barış ve huzur, esenlik

[183] mâhiyet: iç yüz, esas

[184] manasına: anlamında

[185] sulhperest: barışçıl

[186] müceddîd: yenilikçi, öncü

[187] müessis: kurucu

[188] sulhperverlik: barış yanlısı olmak

[189] ictinâb: çekinmek, uzak durmak

[190] beyne’l-milel: uluslararası

[191] âmil: yapan, eden

[192] müceddîd: yenilikçi, öncü

[193] bedîî: sanatsal

[194] hars: kültür

[195] müteaddid: birçok, türlü türlü

[196] ictimâî: toplumsal, sosyal

[197] tesânüd: dayanışma

[198] derûnî: içten, derin

[199] seciyye: huy, karakter

[200] ahnegdâr: ahenkli

[201] mürekkeb: birleşerek oluşmuş

[202] Şark: Doğu

[203] Garb: Batı

[204] halîta: karışık, birleşik yapı

[205] imtizâc etmek: uyuşma, kaynaşma

[206] manzûme: sistem

[207] vahdet: birlik

[208] ibtidâ’: önce, başlangıç olarak

[209] bi’l-âhire: daha sonra

[210] inkişâf: gelişme, gelişim

[211] husûl: medyana çıkma

[212] muzır: zararlı

[213] binâenaleyh: bu sebeple, buna dayanarak

[214] Mısrî: Antik Mısırlılar

[215] mâlik: sahip

[216] hars: kültür

[217] Şark: Doğu

[218] Garb: Batı

[219] galebe: üstün gelmek, yenmek

[220] techîz edilmek: donatılmak

[221] ma’nen: esasen

[222] îfâ: yerine getirmek, yapmak

[223] muvakkat: geçici

[224] mâlik olmak: sahip olmak

[225] muvakkaten: geçici olarak

[226] raiyye: halk; sürü

[227] harsî istikbâl: kültürel gelecek

[228] ameliye: iş, süreç

[229] binâenaleyh: bu sebeple, buna dayanarak

[230] selefler: öncekiler

[231] inhilâl: dağılmak, parçalanmak

[232] dûçâr olmak: yakalanmak, tutulmak

[233] hâssa: kuvvet, imkân

[234] hâiz bulunmak: sahip olmak, içermek

[235] kâim olmak: bir şeyin yerine geçen

[236] vuku’a gelmek: meydana gelmek

[237] Şarkî: Doğu

[238] mütefekkir: düşünür

[239] mebhas: bölüm, konu

[240] cem’ etmek: toplamak, birleştirmek

[241] kâim olmak: yerini almak, yerine geçmek

[242] ikâme: yerine geçme

[243] vukû’u: gerçekleşmesi

[244] behemehâl: mutlaka

[245] cihet: taraf

[246] te’lîf: uzlaştırma, uyum sağlattırma

[247] i’tilâf etmek: uyuşmak, uyum sağlamak

[248] tecrübî: deneysel, pozitif

[249] iskolastik: skolastik

[250] yekdîger: birbiri

[251] teceddüd: yenilik

[252] muvaffak olmak: başarılı olmak, başarmak

[253] azm: çaba, amaç

[254] hars: kültür

http://kdm.anadolu.edu.tr/TurkKlasikleri/Turkculugun_Esaslari.pdf

İlgili Makaleler

Bir Yorum

  1. Anlaşılıyor ki, düşünürümüze göre, bazen bir kişi tarafından yaratılan yeni bir sözcük, hızla toplum içinde yayılabilir. Ancak bu yayılma gücü, sözcüğü yaratan kişiden ziyade, toplumun bilinmeyen bir dinamiğinden kaynaklanır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu