Millî Vicdanı Kuvvetlendirmek – Ziya Gökalp
İçtimai[1] zümreler başlıca üç kısma ayrılır: Ailevi zümreler, siyasi zümreler, mesleki zümreler. Bunlar arasında en ehemmiyetli olan siyasi zümrelerdir. Çünkü, siyasi zümre kendi başına yaşayan müstakil, yahut yarım müstakil bir hey’ettir[2]. Ailevi zümrelerle mesleki zümrelerse, bu heyetlerin cüzleri[3], kısımları mahiyetindedir. Yani, siyasi zümreler birer içtimai uzviyettir[4]; ailevi zümreler, bu uzviyetin hücreleri, mesleki zümreler de uzuvları mesabesindedir[5]. Bundan dolayıdır ki, ailevi ve mesleki zümrelere (tali[6] zümreler) adı verilir.
Siyasi zümreler de başlıca üçe ayrılır: cemie[7], camia, cemiyet.
Cemie, bir kavimden yalnız küçük bir kısmın siyasi bir hey’et hâlini almasıyla teşekkül eder. Mesela, bir kavim müstakil aşiretlere ayrılınca, bu aşiretlerden her biri bir cemiedir. İptidai[8] kavimler, hep bu cemie hayatını yaşarlar. Bir zaman gelir ki, cemielerden biri, diğerlerini feth ve teshir ederek[9] hâkimiyeti altına alır. Fakat, içine aldığı cemieler, umumiyetle kendi kavmine mensup aşiretler değildir. Başka kavimlere, yahut başka dinlere mensup cemieleri de mağlup ederek kendine tabi kıldığından, teşekkül eden yeni heyet[10], mütecanisliğini[11] gasp eder; muhtelif kavimlere ve dinlere mensup cemielerden mürekkep[12] bir halita[13] şeklini alır. Bu halitaya (camia) adı verilir. O hâlde, bütün feodal beyliklerle umum[14] imparatorluklar (camia) mahiyetindedirler. Çünkü, bu siyasi hey’etlerde başka başka kavimlere ve dinlere mensup cemieler[15] mevcuttur.
Yine bir zaman gelir ki, bu cemieler de inhilal etmeye[16] başlar. İmparatorluklar içinde, lisanca ve harsça[17] müşterek bulunan cemieler içtimai bir surette birleşerek müşterek vicdana, müşterek mefkûreye[18] malik[19] bir millîyet hâlini alır. Bu millîyet, millî vicdana malik olduktan[20] sonra, artık uzun müddet, tabilik[21] hâlinde kalamaz. Er geç, siyasi istiklalini elde ederek istiklaline malik siyasi bir hey’et hâline girer. İşte, ancak, bu mütecanis, müttehit[22] ve müsta- kil[23] heyete (cemiyet) adı verilebilir.
Bu cemiyetlere aynı zamanda (millet) adı da verilir. Demek ki hakiki cemiyetler ancak milletlerdir, lakin kavimler birdenbire millet hâline giremezler. İptida[24], cemieler hâlinde içtimai hayatın adeta çocukluk devresini geçirirler, sonra, bir camianın içine girerek, orada da içtimai hayatın uzun bir çıraklık devresini geçirirler. Nihayet imparatorluğun zulmünden bizar olarak[25] müstakil hayatlar yaşamak üzere camiadan ayrılırlar.
Camia hayatı, mahkum kavimler için muzır[26] olduğu derecede hâkim kavim için de zararlıdır. Buna kendi kavmimizden daha beliğ[27] bir misal olamaz: Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’nun müessisi[28] iken, bu camianın vücuda getirdiği feodalizm içinde (reaya[29]) hâlini aldılar. Aynı zamanda, hayatlarını camiaya asker ve jandarma vazifelerini ifa etmekle geçirdiklerinden, irfanca ve iktisatça yükselmeye vakit bulamadılar. Diğer kavimler, Osmanlı camiasından irfanlı, medeniyetli ve zengin bir hâlde ayrılırken, zavallı Türkler ellerinde kırık bir kılıçla eski bir sabandan başka bir mirasa nail olamadılar.
Mamafih[30], bir insan için, çocukluk ve çıraklık devirlerinden geçmek nasıl mecburi ise, bir kavim için de cemie[31] ve camia stajlarını yapmak öylece zaruridir. Her kavim, ancak bu merhalelerden geçtikten sonra cemiyet ve millet hâline gelebilmiştir.
Şu kadar var ki cemiyet hayatına çabuk ulaşan hâkim bir millet, camia devrini daha az zararlı olarak geçirebilir. Mesela İngiliz kavmi, henüz İskoçya, Gal ve İrlanda ülkelerini fethetmeden evvel, cemiyet hâlini almıştı. Halkın intihap ettiği[32] mebuslar, lordlarla birleşerek memleketi idare ediyorlardı. Saray bir gölgeden ibaret kalmıştı. Binaenaleyh[33], bütün meseleler sarayın menfaatine değil, halkın faydasına uygun bir surette hallolunuyordu. İngiliz kavmi bundan beş yüz sene evvel, işte bu suretle kendi işlerini mümessilleri vasıtasıyla düşünüp karar veren uyanık bir millet hâline girmişti. Asırlarca İngiliz Parlamentosu münhasıran[34] Anglo Saksonlardan mürekkep olmak[35] üzere müzakere etti[36]. İçlerinde mili siyasete mani olacak hiçbir yabancı unsur, gayri millî cere- yanlara[37] sürükleyecek hiçbir yabancı fert mevcut değildi.
İngilizler, tam dört yüz sene bu samimi ve mahremane[38] meşrutiyet hayatını yaşadıktan, millî harslarını[39] ve millî seciyelerini[40] artık bozulmaz ve değişmez bir salabet[41] haline getirdikten sonradır ki İskoçya, Gal ve İrlanda ülkelerini fethederek İngiltere’ye ilhak eylediler[42]. Fakat, bu ilhak, yalnız siyasi bir ilhaktan ibaretti. Hiçbir vakit, İngilizler bu üç yabancı kavmin İngiliz cemiyetine, Anglo Sakson milletine iltihak etmesine[43] meydan vermediler. Memleket, sanki yine eskisi gibi yalnız İngilizlerden mürekkepmiş[44] gibi, münhasıran[45] İngiliz menfaati ve İngiliz mefkûresi[46] noktayı nazarından[47] idare olundu. Daha sonraları Amerika gibi, Hindistan gibi, Cenubi Afrika gibi, Mısır gibi, Avustralya gibi müstemlekelere ve müstamerelere[48] malik oldular[49]. Fakat, yine daima, parlamento İngiliz Parlamentosu hâlinde, kabine Anglo Sakson kabinesi hâlinde kaldı. İngiliz milleti, gittikçe büyüyen bu siyasi camia içinde kendi benliğini bir an için olsun hiç unutmadı. İşte, İngiliz milletinin, asırlardan beri cihan siyasetinde hükümran olmasının sebebi budur.
Görülüyor ki bir kavim ancak kendi kendinî millî bir parlamento ile idare eden hakiki bir millet hâline geldikten sonra, yüksek ve samimi bir cemiyet hayatı yaşayabilir. Avrupa’nın diğer kavimleri bu hakikati pek geç anlayabildiler. Çünkü, iki asır evvele kadar, Avrupa’nın diğer sahalarında, halklar ve ülkeler hükümdar ailelerinin esirleri ve malikaneleri[50] hükmünde idiler. Bir hükümdar, kızını evlendirirken, memleketin bir kısmını ona çeyiz[51] verebilirdi. Bir hükümdar, vilayetlerinden birini başka bir hükümdara hediye edebilir, yahut satabilirdi. Miras tarikiyle[52], memleketin bir kısmı yabancı bir hükümdarın eline geçebilirdi. Hüla- sa[53], halkların, kavimlerin hiçbir mevcudiyeti, irabdan hiçbir hazzı yoktu[54]. Devlet demek, hükümdar demekti: bu düstur yalnız Ondördüncü Lui’ye mahsus değildi, İngiltere’nin gayrı[55] bütün Avrupa devletlerinin siyasi şiarı[56] bundan ibaretti.
Fakat, millîyet devresi nihayet, diğer Avrupa kavimleri için de hulul etti[57]. Hollandalılar, Fransızlar ilh[58] kendi kendinî idare eden millet hâlini almaya başladılar. Tarih, umumi bir kaide olarak gösteriyor ki her nereye millîyet ruhu girdiyse, orada büyük bir terakki ve tekamül cereyanı[59] doğdu. Siyasi, dinî, ahlaki, hukuki, bedii[60], ilmî, felsefi, iktisadi, lisani hayatların hepsine gençlik, samimilik ve taravet[61] geldi. Her şey yükselmeye başladı. Fakat, bütün bu terakkilerin fevkinde[62] olarak yeni bir seciyenin[63] husul bulduğunu[64] da yine bize mukayeseli tarih haber veriyor. Millî vicdan nerede teşekkül etmişse, artık orası müstemleke[65] olmak tehlikesinden ebediyen kurtulmuştur.
Filhakika[66], bugün Milletler Cemiyeti, Almanya’yı bir müstemleke hâlinde Fransa’ya takdim etse, acaba Fransızlar bu hediyeyi kabule cesaret edebilirler mi? Macaristan’ı ve Romanya’nın, Bulgaristan’ı Yunanlıların mandası altına koymak istese bu iki devlet şu mandaları kabule yanaşabilir mi? Şüphesiz hayır! Çünkü mandater olmak isteyen bir devlet mandası altına girecek memlekette kolayca hâkim olmak ister. Hâlbuki millî vicdanı uyanmış bir ülkeye kocaman ordular gönderilse bile, orada en küçük bir nüfuz kazanmak mümkün değildir. İngilizlerin Trakya ile İzmiri Yunanlıların, Atina ve havalisini[67] Fransızların, Antalya’yı İtalyanların mandası altına vermesi, İstanbul’u kendi eline geçirmek içindi. Bütün bu devletler, Anadolu millî vicdanın uyandığını, Yunan ordularının millî kıyam[68] karşısında buz gibi eridiğini görünce bu ham sevdalardan vazgeçmeye başladılar. Amerika’nın ne Ermenistan’da, ne de Türkiye’de manda kabulüne yanaşmaması da buralardaki millî vicdanın şiddetini görmesinden dolayıdır. Hâlbuki, İngilizlerle Fransızlar Arabistan’ı aralarında taksim etmekte[69] hiçbir mahzur görmediler. Çünkü, bütün aşiretleri cemie[70] hayatı yaşayan, şehirleri henüz cemiyet devresine gelmemiş olan Arabistan’da millî vicdanın henüz uyanmamış olduğunu biliyorlardı.
Görülüyor ki son asırlarda millî vicdanın uyandığı yerlerde, artık imparatorluk kalamıyor, müstemleke[71] hayatı devam edemiyor. Rusya, Avusturya ve Türkiye imparatorluklarının inhilali[72], Cihan Harbi’nin bir neticesi değildi. Cihan Harbi, daha evvelden esaslı sebeplerin hazırlamış olduğu bir neticenin zuhuruna[73] tesadüfi bir vesile olmaktan başka bir rol oynamadı. Eğer bu imparatorlukların içinde yaşayan kavimler arasında, millî vicdana malik[74] ve artık mahkum olarak yaşaması mümkün olmayan mefkûreli[75] milletler bulunma- saydı, Cihan Harbi bu imparatorlukları deviremezdi. Nasıl ki; Alman devleti, mütecanis[76] bir milletten mürekkep[77] olduğu için -Fransızların bu kadar tahripkârlığına rağmen- bir türlü yıkılmıyor. Hatta, ileride Avusturya camiasından ayrılan Avusturya Almanlarıyla birleşebileceği için, Cihan Harbi’nden daha kuvvetli çıkmıştır da denilebilir.
Bir taraftan Avrupa’da bu netice doğarken, diğer taraftan Asya’da başka neticeler doğuyordu. Suriye, Irak, Filistin, Hicaz ülkeleri, Türkiye camiasından ayrılmakla beraber, istiklale nail olmadılar. Çünkü, buralarda oturan cemaatlerin millî vicdanı tamamıyla uyanmamıştı. Şüphesiz, buralarda da millî vicdan uyandığı gün, artık Fransız ve İngiliz mandaları bir saniye bile duramayacaklardır. Nasıl ki, İngiltere devleti, Cihan Harbi’nden galip çıkmakla beraber, İrlanda’nın, Malta’nın, Mısır’ın muhtariyetlerini[78] yani istiklale doğru ilk adımlarını kabule mecbur oldu. Avusturalya, Kap[79], Kanada, Yeni Zelanda gibi Anglo-Saksonlarla meskun[80] ülkelerde tam muhtariyetler kabulüne mecburiyet hissetti. Tarihin ve halihazırın[81] bu şahadetleri[82] bize gösteriyor ki bugün Avrupa’da millî vicdana malik olmayan hiçbir kavim kalmamıştır. Binaenaleyh[83] Avrupa’nın hiçbir ülkesinde müstemleke tesisine[84] imkân yoktur.
İslam âleminde de artık müstemleke hayatına nihayet vermek için, Müslüman kavimlerde millî vicdanı kuvvetlendirmekten başka çare yoktur.
Bir zamanlar, İttihad-i İslam[85] mefkûresi müslüman kavimlerin istiklale nail olmasını evvelkilerinin müstemleke hâlinde kurtulmasını temin eder[86] zannolunuyordu. Hâlbuki ameli[87] tecrübeler gösterdi ki İslam ittihadı bir taraftan teokrasi ve klerikalizm[88] gibi irticai cereyanları[89] doğurduğundan, diğer cihetten[90] de İslam âleminde millîyet mefkûrelerinin[91] ve millî vicdanların uyanmasına aleyhtar bulunduğundan Müslüman kavimlerin terakkisine[92] mani olduğu gibi, istiklaline de haildir[93]. Çünkü, İslam âleminde millî vicdanın inkişafına[94] hail olmak, Müslüman milletlerin istiklaline mani olmak demektir. Teokrasi klerikalizm cereyanları[95] ise, cemiyetlerin geride kalmasına, hatta gittikçe gerilemesine en büyük bir sebeptir.
O hâlde, ne yapmalı? Her şeyden evvel gerek memleketimizde, gerek sair İslam ülkelerinde daima millî vicdanı uyandırmaya ve kuvvetlendirmeye çalışmalı.
Çünkü bütün terakkilerin[96] menbaı millî vicdan olduğu gibi, millî istiklalin masdarı[97] ve istinatgahı[98] da yalnız odur.
[1] ictimâî: toplumsal, sosyolojik
[2] hey’et: şekil, suret, yapı
[3] cüz’: parça, kısım
[4] uzviyyet: organ, uzantı
[5] mesâbe: rütbe, derece, ölçü
[6] tâlî: ikinci derecede, sonra gelen
[7] cemî’e: klan
[8] ibtidâî: ilkel
[9] teshîr etmek: fethetmek
[10] hey’et: görüntü, şekil, yapı
[11] mütecânislik: türdeşlik, aynı ırktan olma
[12] mürekkeb: birleşerek oluşmuş
[13] halîta: karışık yapı
[14] umûm: genel, tüm
[15] cemie: klan
[16] inhilâl etmek: dağılmak
[17] harsça: kültürce
[18] mefkûre: düşünce
[19] mâlik: sahip
[20] mâlik olmak: sahip olmak
[21] tâbi’lik: bağımlılık
[22] müttehid: birleşmiş, birleşik
[23] müstakil: bağımsız
[24] ibtidâ’: önce
[25] bîzâr olmak: bıkmak, usanmak
[26] muzır: zararlı
[27] belîg: anlaşılır, iyi
[28] müessis: kurucu
[29] re’âyâ: halk, yönetilenler
[30] mâmâfih: bununla birlikte
[31] cemîe: klan
[32] intihâb etmek: seçmek
[33] binâenaleyh: bundan dolayı, buna dayanarak
[34] münhasıran: sadece
[35] mürekkeb: oluşmuş
[36] müzâkere etmek: meclisin çalışması
[37] cereyân: hareket
[38] mahremâne: mahrem şekilde
[39] hars: kültür
[40] seciyye: karakter, huy
[41] salâbet: sağlamlık, dayanıklılık
[42] ilhâk eylemek: katmak
[43] iltihâk etmek: katılmak, karışmak
[44] mürekkeb: oluşmuş
[45] münhasıran: sadece
[46] mefkûre: düşünce
[47] nokta-yı nazar: bakış açısı
[48] müstemleke ve müsta’mere: sömürge
[49] mâlik olmak: sahip olmak
[50] mâlikâne: esir, sahip olunan
[51] cihâz: çeyiz
[52] tarîkiyle: yoluyla
[53] hülâsa: özetle
[54] i’râbdan hiçbir hazzı olmamak: söz söylemeye hakkı olmamak,
[55] İngiltere’nin gayrı: İngiltere’den başka
[56] şi’âr: ülkü
[57] hulûl etmek: başlamak
[58] ilh: vb.
[59] terakki ve tekâmül cereyânı: ilerleme akımı
[60] bedîî: sanatsal, estetik
[61] tarâvet: yenilik, tazelik
[62] fevkinde: üstünde
[63] seciyye: karakter, huy
[64] husûl bulmak: ortaya çıkmak
[65] müstemleke: sömürge
[66] fi’l-hakîka: doğrusu, hakikaten
[67] havâlî: çevre
[68] kıyâm: ayağa kalkma, diriliş, ayaklanma
[69] taksîm etmek: bölmek
[70] cemî’e: klan
[71] müstemleke: sömürge
[72] inhilâl: dağılma
[73] zuhûr: ortaya çıkmak
[74] mâlik: sahip
[75] mefkûre: düşünce akım
[76] mütecânis: aynı cins, türdeş
[77] mürekkep: oluşmuş
[78] muhtâriyyet: özerklik
[79] Kap: Cape(Güney Afrika)
[80] meskûn: yerleşilmiş olan, yaşanılan yer
[81] hâl-i hâzır: mevcut durum
[82] şahâdet: şahitlik
[83] binâenaleyh: bundan dolayı, buna dayanarak
[84] müstemleke te’sîsi: sömürge oluşturmak
[85] İttihâd-ı İslâm: İslam birliği
[86] te’mîn etmek: sağlamak
[87] ‘amelî: pratik, fiili
[88] klerikalizm: toplumda dinî kurumların güçlenmesini amaçlayan akım
[89] cereyân: hareket
[90] cihet: yön
[91] mefkûre: düşünce
[92] terakki: ilerleme
[93] hâ’il: engel
[94] inkişâf: ortaya çıkmak
[95] cereyân: hareket, akım
[96] terakki: ilerleme
[97] masdar: çıkış yeri
[98] istinâdgâh: dayanak noktası
http://kdm.anadolu.edu.tr/TurkKlasikleri/Turkculugun_Esaslari.pdf