Blog

Talkan ve Curcan Katliamı

Bögü Alp ve Çınarın Gölgesindeki Hakikat

Bögü Alp, gün batımına doğru uzun yolları arşınlarken gökyüzü kızıl bir örtüye bürünmüştü. Ufukta güneşin son ışıkları sönmeye yüz tutmuş, rüzgâr tozlarla birlikte eski zamanların kokusunu getiriyordu. Atının nalları kuru toprağa her vurduğunda çıkan boğuk ses, zihnindeki düşüncelere karışıyordu. Aklında, dillerde dolaşan bir mesele vardı: Kuteybe’nin Talekan ve Cürcan’da yüz binlerce Türk’ü katlettiği söylencesi. Her ağızdan başka bir söz çıkıyor, rivayetler gerçeğin üzerini sis gibi örtüyordu. “Hakikati bulmak,” diye düşündü Bögü Alp, “toprağın derinliklerine gömülmüş bir kılıcı aramak gibidir. Herkes konuşur, ama çok azı bu kılıca eliyle dokunur.”

Çok değil, birkaç gün önce, bu meseleyi öğrenmek için yola çıkmaya karar vermişti. Rivayetler öyle kolay kabul edilemezdi. Kimin söylediği, neye dayandığı bilinmeyen sözler, milletin hafızasında ağır yaralar açardı. “Bir bilene danışmak gerek,” dedi içinden. “Çınarın gölgesinde oturduğu söylenen o bilgeye… Sözleri taşlara kazınan birine varmak gerek.” Atını sürdü, rüzgârı yoldaş eyledi. Uzakta, dalları gökyüzüne doğru açılmış ulu bir çınarın silueti belirdiğinde kalbindeki yük hafifledi.

Çınarın gölgesi serin, kökleri toprağın derinliklerine inmişti; adeta zamanın kendisine meydan okuyan bir kutlu ağacı andırıyordu. Çınarın altında, beli bükük fakat gözleri keskin bir bilge oturuyordu. Yüzü derin çizgilerle örülmüş, bakışları yüzyılların bilgeliğini saklar gibiydi. Yanında eski bir asa ve başında solmuş bir börk… Hemen yanında, genç bir tarihçi, kalemi kadar dili de keskin olan Elçi Kürşad Özgü sessizce oturmuş, adeta bilgenin yanında zamanı kaydediyordu.

Bögü Alp, atını kenara çekip selam verdi. Bilge, yavaşça başını kaldırıp konuştu, sesi bir rüzgâr gibi derinden ve sakin:

“Hoş geldin, Bögü Alp. Hakikati arayan, önce kendi gönlünün gölgelerini aşmalıdır. Gel, otur hele.”

Bögü Alp, usulca yere çömeldi. Daha söz başlamadan, genç tarihçi Elçi Kürşad Özgü öne atıldı. Gözleri bir parça heyecan, bir parça ciddiyetle doluydu:

“Bu anlattıklarım, ustamın çınar gölgesinde bana öğrettikleridir. Duyduklarım, rüzgârın taşıdığı toz misali eski vakitlerden bugünlere ulaşan bir yankıdır. Dinleyin şimdi: Kuteybe ordularının Talekan’da, Cürcan’da estirdiği rüzgârı; dağlar aşan Türkleri, şehirleri ve vahaları…”

Genç tarihçinin sesi gölgenin derinliğine yankılanırken, kelimeleri toprağa usulca işleniyordu:

“Kuteybe’nin yüz binlerce Türk’ü katlettiği meselesi, uluorta savunulacak bir iddia değildir. Çünkü hakikat, rivayetlerden arınmış bir aynadır. Taberi’nin bahsettiği Talekan, bugünkü Afganistan’ın kuzeyinde, bizim Güney Türkistan dediğimiz yerde yer alır. Ama tarih, sisli bir yoldur; Talekan’ın tam nerede olduğu bilinmez. Bana kalırsa, Badgis’in doğusuyla Devletabad civarlarında bir yerdir. Bir başka Talekan daha vardır ki, Taşkurgan’ın doğusunda, Penc’le Ceyhun’un birleştiği yerin biraz güneyinde ve nehrin batı yakasında saklıdır. O dönemde oralar Akhun bakiyeleri ve Soğdlarla meskûndur.”

Bir an durup çınarın dallarına baktı; rüzgâr, yaprakların arasında yankılanıyordu. Devam etti:

“Göktürkler bu topraklara birkaç kez girdiler ama bu hakimiyet daima yüzeysel, geçici olmuştur. Buralardaki şehirler birer vahadır; halkı ise yerleşiktir. Göçebe bir halkı bulup da kılıçtan geçirmek kolay değildir. Göçebenin yurdu çadırı, devleti sürüsüdür. Üstün bir kuvvet geldiğinde atına atladığı gibi uzaklaşır, izi bile kalmaz. Göçebelerin nüfusu, katliam boyutunda bir yıkıma uğrayacak kadar yoğun değildir. Tarih bunun sayısız örneğini vermiştir. Orta Çağ tarihçileri rakamları sever; on bin, yüz bin, bir çırpıda yazarlar. Ama Kuteybe’nin birilerini öldürdüğü muhakkaktır; fakat bunların tamamının Türk olması zayıf ihtimaldir.”

Bögü Alp, gözlerini kıstı; zihnindeki sorular bir bir cevap buluyordu. Elçi Kürşad Özgü, duraksamadan devam etti:

“Cürcan meselesine gelince… Oradaki Türk varlığı, en fazla Gürgen’in kuzeyinde aranmalıdır. Kimdirler derseniz, en doğru cevap ‘bilmiyoruz’dur. Lakin bana göre, orada Oğuzlar vardır. ‘O tarihte Oğuz ne arar orada?’ diye soranlar çıkacaktır; haklıdırlar. Ama olmadıklarına dair de bir delil yoktur. Bilge hocamız gibi, ben de Oğuzların Aral civarındaki varlığının VIII. yüzyıla dayandırılmasını şüpheli buluyorum. O bölgede birileri vardı ve bunlar Türk’tü. XIX. yüzyılda Türkmenlerin yaptığı neyse, onlar da aynısını yapmışlardır.”

Sesi daha da derinleşti, sanki toprağın altından konuşuyordu:

“Oğuz Yabgu Devleti’nden bahsederiz; ama ne olduğunu Allah bilir. Güney sınırları Fereva, Dihistan; yani Ahal’ın batısıdır. Oralarda Oğuzlardan başka bir topluluktan söz edilmez. Ama bir milyonluk nüfus falan akıl dışıdır. Toprak, ancak seyrek bir nüfusu barındırabilir. Cürcan’da kılıçtan geçirilenler, Fars kökenli şehirli bir halk olmalıdır. Türkler kuzeyden iner, vurur, yağmalar ve çekilir. Tarih, bu hikâyeyi defalarca yazmıştır. Bugün bile bölgenin etnik yapısı karmaşıktır; Mazeni, Gileki, Talış ve Tatlar, hepsi Fars’ın kollarıdır.”

Son sözleri, çınarın gölgesine adeta mühürleniyordu:

“Kıymetli dostum, Talekan’ı, Cürcan’ı haritada gösteremeyenlerin ‘Tarihimizi sansürlüyorlar!’ diye ortalığı velveleye vermeleri boştur. Hakikat, her zaman isteyenin elinin uzanabileceği bir yerde durur. Yeter ki aramayı bilsinler.”

Bilge, sessizce gülümsedi, gözleriyle genç tarihçiyi takdir etti. Bögü Alp, başını eğip derin bir nefes aldı. Sorularına cevap bulmuş, hakikatin sisleri bir nebze aralanmıştı. Gökyüzünde son ışıklar kaybolurken, çınarın yaprakları hâlâ hışırdıyordu; sanki eski zamanların yankısını rüzgârla birlikte uzaklara taşıyordu.

Bögü Alp, kalbinin derinlerinde bir huzur hissederek atına doğru yöneldi. Bilgenin ve Elçi Kürşad’ın sözleri zihninde yankılanmaya devam ediyordu:

“Tanrı Türk’ü korusun.”

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu