Düşünce

Tarihi Maddecilik ve İçtimai Mefkûrecilik (Sosyal İdealizm) – Ziya Gökalp

İçtimai[1] hadiselerin tefsir[2] ve izahında birbirine hem yakın, hem de uzak olan iki sosyoloji sistemi vardır. Bunlar, tarihi maddecilik ve içtimai mefkûre­cilik sistemleridir. Bu sistemlerden birincisi (Karl Marks) tarafından, ikincisi (Emile Durkheim) tarafından meydana atıldı.

İlk nazarda[3] bu iki sistemin birbirine yakın olduğunu görürüz. Çünkü, iki­si de, içtimai hadiselerin, tabii sebeplerin neticeleri olduğunu maddi, hayati ve ruhi hadiseler gibi tabii kanunlara tabi bulunduğunu esas alarak kabul ediyor. Bu telakkiye[4] ilim lisanında (muiniyyet) (Fransızcası determinizm) adı verilir.

Fakat, bu noktadan sonra, bu iki içtimaiyat[5] sistemi birbirinden uzaklaşmaya başlar. Karl Marks determinizmde bir nevi inhisar[6] iddia eder: İçtimai hadiseler arasında sebeb olabilmek imtiyazı, yalnız iktisadi hadiselere münhasır[7]. Diğer içtimai hadiseler mesela dinî, ahlaki, bedii[8], siyasi, lisani, muakalevi[9] hadiseler asla sebep olamazlar, yalnız netice olabilirler. Binaenaleyh[10], Karl Marks’a göre, iktisadi hadiselerin gayrı olan[11] bütün içtimai hadiseler (gölge hadiseler=epifenomenler) mahiyetindedir. Bir şeyin gölge hadise olması, başka şeyler üzerinde hiçbir tesiri haiz olmaması[12] demektir. İnsanın gölgesi, yaptığı işlere, bir tesir icra edebilir mi? Şüphesiz edemez. İşte gölge hadiseler de, bizim arkamızdan gelen şu tesirsiz gölgeler gibidir. Demek ki Marks’a göre yalnız iktisadi hadiseler şeniyettir[13], diğer içtimai müesseseler, şeniyet olmadıkları gibi, hadise bile değildirler. Bunlar, ancak iktisadi hadiselerin neticeleri ve gölgeleridirler.

Mesela, Karl Marks, dinlerin zuhurunu[14], muhtelif (sektelere) ayrılmasını, zahidane[15] zaviyelerle mutasavvıfane[16] tekkelerin teşekkül etmesini, reform yapılmasını, dinle devletin ayrılmasını, yalnız istihsal[17] tekniklerinin değiş­mesiyle izah ettiği gibi ahlaki, hukuki, siyasi, bedii, lisani, muakalevi[18] bütün mefkûrelerin[19] ve anenelerin[20] doğmasını, büyümesini ve ölmesini de yine aynı iktisadi hadiselerin sebebiyetiyle izaha çalışmıştır.

Durkheim’in tesis ettiği sosyolojiye göre, böyle bir inhisar[21] doğru değildir. İktisadi hadiselerin sair[22] içtimai hadiselerden hiçbir imtiyazı yoktur. İktisadi müesseseler nasıl bir hadise ve bir şeniyetse[23], dinî, ahlaki, bedii ilh[24] gibi diğer içtimai müesseseler de birer tabii hadisedir, birer şeniyettir. Bu sonkileri, eşya­nın gölgelerine benzeterek, (gölge hadiseler) suretinde adlamak objektif şeni- yetten ayrılmak demektir.

Hikmette[25], kimyada, hayatiyatta[26] gölge hadiseler olmadığı hâlde, içtimai­yatta neden bulunsun? Filvaki[27] vaktiyle, (Modesley) gibi bazı ruhiyatçılar[28] (şuur)a (gölge hadise) namını veriyor ve şuurun ruhi hadiseler üzerinde hiçbir tesiri bulunmadığını iddia ediyorlardı. Fakat, Alfred Foliye, Ribu, Ceyms, Hof- ding, Bergson, Piyer Jane, Bine, Polan gibi yeni ruhiyatçılar bu nazariyeyi[29] ilmi delillerle kati bir surette yıktılar. Artık ruhiyat sahasında (gölge hadise) tabiri kalmadı.

Bundan başka, içtimai hadiseler arasında yalnız iktisadi müesseseleri şeniyet telakki etmek[30], mesela fizyolojik hadiseler arasında yalnız mideye ve hazım enbubesine[31] ait hadiseleri şeniyet telakki edip[32] diğer hayati ufuleleri[33] bun­ların şeniyetsiz ve tesirsiz gölgeleri addetmek[34] gibidir. Böyle bir nazariyeyi[35] hiç bir fizyolojist kabul edebilir mi?

Karl Marks bu inhisarcılığı[36], nazariye sahasında[37] bırakmayarak, ameliye sa- hasına[38] da nakletmekle ikinci bir hataya düşmüştür. Marks’a göre, halk yalnız amele[39] sınıfından ibarettir. Binaenaleyh[40], amele sınıfı, diğer sınıfları ortadan kaldırmaya mecburdur. Hâlbuki, halk (umum) manasına olduğundan, hukuk­ça birbirine müsavi olmayı[41] kabul eden bütün sınıfların mecmuu[42] demektir. Filhakika[43] umumla müsavi olmayı kabul etmeyen emperyalist, aristokrat, fe­odal sınıfları halkın haricinde görmek doğrudur. Burjuvalarla münevverler[44] arasında da hukukça herkese müsavi olmayı kabul etmeyen sınıflar varsa, halk dairesinin haricinde kalmalıdırlar. Fakat hukukça umumun müsavi olduğunu kabul edenler, -hangi mesleki zümreye mensup bulunurlarsa bulunsunlar- halk­tandırlar.

Durkheim’in sosyolojisinde, diğer içtimai[45] hadiseler iktisadi hadiselere sebep olabildiği gibi, iktisadi hadiseler de diğer içtimai hadiselere sebep olabilirler. Gö­rülüyor ki, Durkheim sosyolojisi iktisadi hadiselerin ehemmiyetini ve kıymetini inkâr etmiyor. Gittikçe iktisadi hadiselerin cemiyet içindeki kıymetinin arttığını hatta, asri[46] cemiyetlerde iktisadi hayatın içtimai bünyeye esas olduğunu ortaya atan Durkhem’dır. Durkheim’a göre iptidai[47] cemiyetlerdeki tesanüt[48] yalnız maşeri[49] vicdandan husule gelen[50] mihaniki[51] tesanüttür. Bunlar birbirine ben­zeyen, (oba, oymak, boy, il) gibi bölmelerden mürekkep olduğu[52] için Durkheim tarafından kıtavi[53] (segmanter) cemiyetler tesmiye olunmuşlardır[54].

Mütekamil[55] cemiyetlerde ise, birinci nev[56] tesanütten başka, bir de içtimai[57] iş bölümünden doğan uzvi[58] tesanüt vardır. Durkheim, bunlara da, (müteaz- zi[59]=organize) cemiyetler adını vermiştir.

Malumdur ki (iş bölümü) iktisadi hayatın da temelidir. Asri cemiyetlerde dinî, siyasi, ilmi, bedii[60], iktisadi zümreler, iş bölümünden doğmuş olan ihtisas ve meslek heyetleridir[61]. O hâlde Durkheim’ın, iktisadi hayata da layık olduğu mevki ve ehemmiyeti tamamıyla vermiş olduğunu kabul etmek lazımdır.

Bununla beraber, Durkheim da bütün içtimai hadiseleri bir tek asıla irca edi- yor[62]: bu yegane asıl (maşeri[63] ter’iler[64])dir. Bu ıstılahın[65] tariften ziyade mi­sallerle tavzihi[66] mümkündür. Binaenaleyh[67], birkaç misal iradıyla[68] maşeri ter’ilerin ne demek olduğunu anlatmaya çalışacağım:

Mesela Meşrutiyet’ten evvel de memleketimizde ameleler[69] vardı. Fakat, bu amelelerin müşterek vicdanında (Biz amele sınıfı teşkil ediyoruz) fikri yoktu. Bu fikir bulunmadığı için, o zaman memleketimizde bir amele sınıfı da yoktu. Yine Meşrutiyet’ten evvel memleketimizde birçok Türkler vardı. Fakat bunla­rın maşeri vücdanında (Biz Türk milletiyiz) mefhumu[70] bulunmadığı için, o zaman Türk milleti de yoktu. Çünkü, bir zümre, fertlerinin müşterek vicdanın­da şuurlu bir surette idrak olunmadıkça, içtimai[71] bir zümre mahiyetini haiz olamaz[72]. Bunun gibi aslen Türkçeye mensup bulunan bir kelime, Türk halkı­nın lisani vicdanında artık yaşamıyorsa, Türkçe bir kelime olmak meziyetini de, içtimai bir hadise olmak kıymetini de kaybetmiş demektir. Bunun gibi, esasen Türk töresine dahil bulunan bir âdet de, Türk halkının ahlaki vicdanında artık bilinmiyor ve duyulmuyorsa, o da gerek içtimai bir hadise olmak, gerek Türk ahlakında bir unsur bulunmak mahiyetlerini kaybetmiş[73] demektir.

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki içtimai hadiseler, mutlaka, mensup bulundukları zümrenin maşeri vicdanında şuurlu idrakler hâlinde bulunmalıdırlar. İşte maşe­ri vicdandaki bu şuurlu idraklere (maşeri ter’iler) namı verilir.

Maşeri ter’iler, Marks’ın zannettiği gibi, içtimai hayatta gayr-ı müessir[74] gölge hadiselerden ibaret değildir. Bilakis, bütün içtimai hayatlarımız, bu ter’ilerin tesirlerine göre şekillerini alır. Mesela, biz Türkiyelilerin müşterek vicdanımız­da (Türk milletindeniz, İslam ümmetindeniz, Garp medeniyetindeniz) ter’ileri vazıh[75] görünüşler gibi meri[76] olmaya başlayınca, bütün içtimai hayatlarımız değişmeye başlayacaktır. (Türk milletindeniz) dediğimiz için, lisanda, bediiyat- ta[77], ahlakta, hukukta, hatta dinîyatta ve felsefede Türk harsına[78] (Türk zev­kine, Türk vicdanına göre) bir orijinallik, bir şahsilik göstermeye çalışacağız. (İslam ümmetindeniz) dediğimiz için, nazarımızda en mukaddes kitap Kuran-ı Kerim, en mukaddes insan Hazret-i Muhammed, en mukaddes mabet Kabe, en mukaddes din İslamiyet olacaktır. (Garp medeniyetindeniz) dediğimiz için de, ilimde, felsefede, fenlerde ve sair[79] medeni sistemlerde tam bir Avrupalı gibi hareket edeceğiz.

Maşeri[80] ter’iler, yalnız zümre mefhumlarına[81] mahsus değildir. Ustureler[82], menkıbeler, masallar, efsaneler, fıkralar, akideler[83], ahlaki, hukuki, iktisadi, fen­ni kaideler; ilmi ve felsefi görüşler de birer maşeri ter’iden[84] ibarettir. İtidakın ve nazariyenin[85] zıttı addolunan[86] ayinler ve ameliyeler[87] bile, evvela zihinde tasavvur olunup sonra yapıldıkları için, esasen birer maşeri ter’iden ibarettirler.

Ferdî fikirler her ferdin kendine mahsus olan fikirleri demektir. Maşeri ter’i- ler ise, her cemiyetin bütün fertleri arasında müşterek bulunan daha doğrusu, maşeri vicdanında meşur ve müdrik[88] bulunan suver-i zihniyeden[89] ibarettir. Ferdi fikirler esasen cemiyet üzerinde hiçbir tesire malik[90] değildir. Fakat fer­di fikirler, içtimai bir kuvvete istinat edip[91], maşeri bir ter’i mahiyetini aldığı zaman, içtimai hayatta büyük bir amil[92] olur, mesela, büyük bir manevi nü­fuza malik bulunan bir münci[93], ne düşünürse, fikirleri biraz sonra, umumun müşterek düşünüşleri sırasına geçer. Tabii, ferdi fikirler bu mahiyette bulunursa içtimai hayatta her an müessirdir[94]. Bir millet, büyük muvaffakiyetleriyle[95] dehasını, fedakârlığını, kahramanlığını fiilen ispat etmiş, büyük bir şahsiyete malik olduğu zaman, onun maşeri ter’iler yaratmak iktidarı sayesinde her türlü teceddütleri[96] kolayca icra edebilir. İşte biz bugün böyle bir deha hazinesine maliğiz. Alelade fertlerin hatta, ilimde büyük bidaaları[97] ve amelde yüksek kudret ve faaliyetleri olsa bile, asla muvaffak olamayacakları teceddüt ve terak- kileri[98], umumun vicdanında münci ve dâhi tanılan[99] böyle bir şahsiyet bir sözle, bir nutukla, bir beyanname ile vücuda getirebilir.

Maşeri ter’iler, galeyanlı buhranlar[100] esnasında gayet şiddetli vecdlerle[101] ha- lelenerek[102] son derece büyük bir kudret ve kuvvet iktisap ederler[103]. Maşeri ter’ilerin bu hâline (mefkûre[104]) namı verilir. Maşeri ter’iler, asıl mefkûre hâlini aldıktan sonradır ki hakiki inkılapların[105] amili olurlar. Mesela Türkçülerin or­taya attıkları Türkçülük fikri, gençliğe münhasır[106] zümrevi bir ter’iden ibaret­ti. Bu zümrevi ter’iyi umum Türk milletine teşmil ederek[107] onu bir mefkûre hâline getiren Trablusgarp, Balkan Harpleri’yle Cihan Harbi’ndeki felaketler olmakla beraber, bu mefkûreye resmiyet veren ve onu fiilen tatbik eden de ancak Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’dir.

Bu misallerden de anlaşılıyor ki Durkheim, mefkûreciliği[108] galeyanlı içtimalarla[109] yani sosyoloji ile izah ediyor. Ona göre bütün içtimai hadiseler mefkûrelerden yahut onların hafif dereceleri olan maşeri[110] ter’ilerden[111] ibarettir.

Filvaki[112], her maşeri ter’i az çok bir kıymet duygusuyla karışıkdır. İçtimai müesseselerin bazısını mukaddes, bazısını iyi, bazısını güzel, bazısını doğru telakki ederiz[113]. Müesseselerin bu sıfatlarla tevsim edilmeleri[114], onların duygulardan, heyecanlardan, ihtirazlardan[115] ari olmadığını[116] gösterir. Zaten, biz, hangi şeye karşı dinî bir heyecan duyarsak ona (mukaddes), hangi şeye karşı ahlaki bir heye­can duyrasak ona (iyi), hangi şeye karşı bedii[117] bir heyecan duyarsak ona (gü­zel), hangi şeye karşı muakalevi[118] bir heyecan duyarsak ona (doğru) kıymetlerini tevcih ederiz[119]. Demek ki bütün maşeri ter’ilerde mefkûre mahiyeti mevcuttur.

Maşeri ter’iler yani mefkûreler bütün içtimai[120] hadiselerin sebepleri olmakla beraber, kendilerinin de doğması, kuvvetlenmesi, zayıflanması, ölmesi birtakım içtimai sebeplere tabidir. Bu sebepler içtimai bünyede husule gelen[121] değiş­melerdir. Durkheim’e nazaran[122], içtimai hadiselerin ilk sebepleri cemiyetin nüfusunun, kesafetinin[123], ihtilatın[124], tecanüsünün[125], iş bölümünün artıp eksilmesi gibi içtimai maneviyata, (morfoloji sosyale) ait hadiselerdir.

Türkçülük cereyanının[126] zuhuru[127] da içtimai bir hadisedir. Bu hadisenin iza­hında da, (tarihi maddecilik) ve (içtimai mefkûrecilik) mezheplerine ait iki mu­halif nazariye[128] karşısındayız. Birinci nazariyeye göre Türkçülük yalnız iktisa­di sebeplerden doğdu. İkinci nazariyeye göre, Türkçülük cereyanının doğması içtimai mefkûrelerin değişmesinden ve bunların değişmesi de, içtimai bünyenin tahavvüle[129] uğramasından ileri geldi.

Eskiden memleketimizde başlıca iki dinî camia vardı. Birincisi Hilafet’in et­rafında toplanan Müslüman ümmeti, ikincisi Rum Patrikhanesi’nin etrafında toplanan Hristiyan ümmeti idi. Eğer dinler, eski kuvvetini, aynı şiddette muha­faza edebilseydi, bu camialar dağılmayacaktı.

Fakat, şehirlerde içtimai kesafetin[130] çoğalması yüzünden içtimai[131] iş bölümü iptida[132] doğmaya, sonra da gittikçe derinleşmeye başladı. İş bölümü mesleki zümreleri ve mesleki zümreler de mesleki vicdanları doğurduğundan, eski za­manlarda gerek Müslümanlar camiasında, gerek Hristiyanlar camiasında yega­ne hâkim bulunan bu iki maşeri[133] vicdan zayıflamaya başladılar. Maşeri vic­danların zayıflaması, onlara istinat eden[134] camiaların umumi tesanütlerini[135] de bozdu. Yeni doğan gazete ile mektep, edebiyatla şiir de, manası anlaşılmayan camia lisanı yerine, cemiyet lisanı ikame etti.

Bu suretle gerek Müslümanların, gerek Hristiyanların zümrevi vicdanları, zümrevi ter’ileri ve telakkileri[136] değişti. Evvelce, her fert dinî camialarını bir içtimai uzviyet[137] ve kendisini onun ayrılmaz bir uzvu görürken, şimdi içtimai uzviyet olarak yalnız kendi lisani[138] cemiyetini görmeye ve kendisini yalnız onun ayrıl­maz bir uzvu telakki etmeye[139] başladı. İşte, dinî camiaların inhilaliyle[140] on­ların yerine lisani cemiyetlerin kaim olması[141] şu suretle vukua geldi[142]. Rum Patrikhanesi camiasından iptida[143] Ermenilerin, sonra Ulahların[144], Sırpların, Bulgarların, hatta istiklal kazanan Yunanların ayrılmaları ve bir kısmının (Ek- sarhlık[145]) namıyla bu ayrılışa daha bariz bir şekil vermeleri bu iddiamıza canlı bir delildir.

Bu lisani cemiyetlerin Osmanlılık namı verilen siyasi camiadan ayrılmaları, dinî camialarından ayrılmalarından sonra olması da, ilk sebebin siyasi olmayıp sırf harsi[146] olduğunu gösterir.

Zaten, lisani ve harsi zümrelerden ibaret bulunan millîyetler eski zamanlarda da mevcuttu. Lakin, iki türlü emperyalizm, dinî ve siyasi emperyalizmler, onları iki camianın içinde yani saltanat ve ümmet çemberleri arasında hapsetmişti. Bu ca­miaların çemberleri kuvvetten düştükçe, mahpus zümrelerin serbest olmak için mücadele etmeye girişmeleri tabiidir. İşte, memleketimizde iptida dinî Eksarh- lıklar, sonra da siyasi muhtariyetler ve istiklaller[147] suretinde tezahür eden[148] millîyet cereyanları bu suretle inkişaf etti[149].

Müslüman kavimler arasındaki millîyet cereyanları[150] da aynı surette tezahür etti. Misal olarak Arnavutları alalım. Başkımcılığın[151] merkezi olan Toskalar, eski zamanlardan beri, Bektaşiliğe sapmakla, dinî camiadan uzaklaşmışlardı.

Bunlar, iptida asrın ihtiyaçları sırasına geçen mektep ve matbuat[152], şiir ve edebiyattan nasiplerini almak için hususi lisanlarını kullanmak istediler. Bu­nun için evvela bir yazı kabul etmek icap etti. Kabul ettikleri yazının (Latince) olması da gösteriyor ki, Toskalar evvel emirde[153] dinî camiadan ayrılmışlardı. Bir zamandan beri zayıflamaya başlayan dinî tesanütleri[154] yerine, harsî[155] bir tesanüt ikame etmeye çalışıyorlardı. Araplarda ve Kürtlerde de millîyet cereyanı iptida[156] harsî bir şekilde başladı. Bu cereyanların siyasi bir mahiyet almaları ikinci merhaleleri, iktisadi bir mahiyet almaları da üçüncü merhaleleridir.

Türkçülüğe gelince bunun da harsi bir surette başladığını biliyoruz. Türkçülü­ğün ilk babalarından birisi en eski darülfünunumuzun[157], ikincisi de mekatib-i askeriyemizin[158] müessisidir[159]. Medrese kuvvetli olsaydı darülfünun teessüs edemeyecekti[160]. Asırlarca medresenin müsellah[161] kuvveti mahiyetini muha­faza eden Yeniçerilik var iken de askeri mektepleri teessüs edemezdi. Demek ki içtimai[162] iş bölümünün neticesi olarak Türklerde de ümmet camiasının tesanüt kuvveti artık zayıflamaya başlamıştı. Sultan Abdülaziz devrinin niha­yetlerinde Encümen-i Daniş’le Darü’l-fünun’un teşekkülü ve Mekatib-i Askeri- ye’ye yeni bir nazar ve intizam verilmesine teşebbüs olunması, bu zayıflamanın neticeleridir. Bu yeni müesseselerin başında bulunan Ahmet Vefik Paşa ile Sü­leyman Paşa, inhilale[163] başlayan ümmet ve saltanat camiaları içinde pusulasız kalan milletlerini lisani, harsi, tarihi tesanütlerle yeniden kuvvetlendirmek ve gençleri bu yeni mefkûrelere[164] göre terbiye etmek ihtiyacını duydular. Bundan sonra, yirmişer sene fasıla[165] ile doğan Tasfiyecilik ve Yeni Lisan cereyanları da,

Türkçülük mefkûresinde bilhassa lisanla harsın âmil[166] olduklarını gösterir. Fil- hakika[167], Türkçülüğün nihayetlerine doğru (Millî İktisat) mefkûresi doğdu. Fakat, bu nazariyeyi[168] ortaya atanlar, ne iktisatçılar, ne de ticaretle uğraşan­lardı. Millîyetin millî hukuk, millî ahlak, millî terbiye, hatta millî felsefe gibi muhtelif tecellilerini arayan harsçı[169] Türkçülerdi. Millî İktisat da Türklerde iptida[170] bi-menfaat[171] bir mefkûre suretinde doğdu ve sırf nazarî[172] olarak memleketimizin iktisadi şeniyetini[173] yani ziraatimizin, sanayimizin, ticareti­mizin muhtelif sahalarında cari bulunan[174] hukuki rejimlerle teknik şekilleri aramaya başladı . Millî iktisadiyatımız ancak iktisadi şeniyetimizi tetkik ettikten sonradır ki iktisadi hadiselerimizden normal ve marazi olanlarını tefrik edebi- lecek[175] ve ancak o zaman, iktisadi hastalıklarımızın tedavisi için rapor yahut reçete verebilecekti. Fakat, maatesadüf[176], Cihan Harbi, nazari tetkikleri[177] durdurarak, muhtelif tarzlarda ameli tatbiklerin[178] zuhura gelmesine[179] sebep oldu. Millî İktisadiyat, ticari bir spekülasyon vasıtası değil, ilmi bir mektep- tir[180]. Almanya’da bu mektebin müessisi[181] Frederik List’tir. Durkheim List’in Millî İktisat hakkındaki eserine (objektif usulde yazılmış, şeniyete müstenit[182] ilk iktisadiyat[183] kitabı budur) diyor. Fakat, bu millî iktisadiyat ilmi, her yerde millî mefkûreden[184] evvel değil sonra doğar.

[1] ictimâî: toplumsal, sosyal

[2] tefsîr: açıklamak

[3] ilk nazarda: ilk bakışta

[4] telakkî: düşünce, değerlendirme

[5] ictimâiyyât: sosyoloji

[6] inhisâr: kısıtlama, sınırlama, tekel

[7] münhasır: sınırlı, özel

[8] bedîî: sanatsal, estetik

[9] mu’âkalevî: akla dayalı, aklî

[10] binâenaleyh: bundan dolayı, buna dayanarak

[11] gayrı olmak: dışında kalmak

[12] tesiri hâiz olmamak: hiçbir etkiye sahip olmamak

[13] şe’niyyet: gerçeklik

[14] zuhûr: ortaya çıkmak

[15] zâhidâne: zühd ehlinin bulunduğu, zahitlik yolunda olan

[16] mutasavvıfâne: tasavvuf yolunda olan

[17] istihsâl: üretim

[18] mu’âkalevî: akla dayalı, aklî

[19] mefkûre: amaç, düşünce, ideal

[20] an’ene: gelenek

[21] inhisâr: sınırlama, tekel

[22] sâir: diğer

[23] şe’niyyet: gerçeklik

[24] ilh: vb., gibi

[25] hikmet: felsefe

[26] hayâtiyyât: biyoloji

[27] filvâki’: gerçekten, gerçekte, aslında.

[28] rûhiyyâtçı: psikolog

[29] nazariyye: görüş

[30] şe’niyyet telakkî etmek: gerçek/gerçeklik saymak

[31] hazm enbûbesi: yemek borusu

[32] telakkî etmek: düşünmek, varsaymak

[33] uf’ûle: aksiyon, görev, hareket

[34] addetmek: saymak

[35] nazariyye: görüş

[36] inhisârcılık: sınırlamacılık

[37] nazariye sahası: fikir boyutu

[38] ameliye sahası: uygulama boyutu

[39] amele sınıfı: işçi sınıfı

[40] binâenaleyh: bundan dolayı, buna dayanarak

[41] müsâvi: eşit, denk

[42] mecmû’: hepsi, toplamı

[43] fi’l-hakîka: aslında, gerçekten

[44] münevver: aydın

[45] ictimâî: toplumsal

[46] asrî: modern

[47] ibtidâî: ilkel

[48] tesânüd: dayanışma

[49] ma’şerî: toplumsal, kollektif

[50] husûle gelmek: ortaya çıkmak

[51] mihaniki: mekanik

[52] mürekkep olmak: birlikte bir yapı oluşturmak

[53] kıt’avî: parçalı

[54] tesmiye olunmak: isimlendirilmek

[55] mütekâmil: gelişmiş

[56] nev’: tür

[57] ictimâî: toplumsal

[58] uzvî: organik

[59] müteazzî: organlaşmış; kaynaşmış

[60] bedîî: sanatsal, estetik

[61] hey’et: görünüş, şekil

[62] ircâ etmek: indirgemek, döndürmek

[63] ma’şerî: toplumsal, kollektif

[64] ter’î: tasavvur

[65] ıstılâh: terim

[66] tavzîh: açmak, açıklamak

[67] binâenaleyh: bundan dolayı, buna dayanarak

[68] îrâd: söylemek, örnek getirmek

[69] amele: işçi

[70] mefhûm: kavram

[71] ictimâî: toplumsal, sosyal

[72] hâiz olmak: sahip olmak

[73] unsur bulunmak mahiyetlerini kaybetmek: bir unsur olarak bulunmak niteliğini kaybetmek

[74] gayr-ı müessir: etkisiz

[75] vâzıh:açık, aşikâr

[76] mer’î: görünür

[77] bedîiyyât: sanat

[78] hars: kültür

[79] sâir: diğer

[80] ma’şerî: toplumsal, kollektif

[81] mefhûm: kavram

[82] ustûre: efsane

[83] akîde: inanış

[84] ter’î: tasavvur

[85] i’tikâd ve nazariyye: inanç ve görüş

[86] addolunmak: sayılmak

[87] ameliyye: işlem, uygulama

[88] meş’ûr ve müdrik: bilincinde ve farkında olunan

[89] suver-i zihniyye: zihinde bulunan suretler, şekiller

[90] mâlik: sahip

[91] istinâd etmek: dayanmak

[92] âmil: etken

[93] müncî: kurtarıcı

[94] müessir: etkili

[95] muvaffakiyet: başarı

[96] teceddüd: yenilenme

[97] bidâ’a: bilgi, ilim

[98] terakki: ilerleme

[99] tanılmak: tanınmak

[100] buhrân: kriz

[101] vecd: çoşku, heyecan

[102] hâlelenmek: çevrelenmek

[103] iktisâb etmek: kazanmak

[104] mefkûre: düşünce akımı

[105] inkılâb: devrim

[106] münhasır: sınırlı, özel

[107] teşmîl etmek: genişletme, yayma, kapsamına almak

[108] mefkûrecilik: idealistlik

[109] ictimâ: toplantı, toplanma

[110] ma’şerî: toplumsal, kollektif

[111] ter’î: tasavvur

[112] filvâki’: gerçekten, gerçekte, aslında.

[113] telakkî etmek: düşünmek, değerlendirmek, varsaymak

[114] tevsîm edilmek: isimlendirilmek

[115] ihtirâz: sakınca, çekinme

[116] ârî olmak: uzak, arınmış

[117] bedîî: sanatsal, edebi

[118] mu’âkalevî: akla dayalı, aklî

[119] tevcîh etmek: yüklemek, vermek

[120] ictimâî: toplumsal

[121] husûle gelmek: ortaya çıkmak

[122] nazaran: göre

[123] kesâfet: yoğunluk

[124] ihtilât: uyum, kaynaşma

[125] tecânüs: aynı cinsten olma, aynı milletten olma

[126] cereyân: akım

[127] zuhûr: ortaya çıkma

[128] nazariye: teori, görüş

[129] tahavvül: değişmek

[130] kesâfet: yoğunluk

[131] ictimâî: toplumsal

[132] ibtidâ’: önce

[133] ma’şerî: toplumsal, kollektif

[134] istinâd etmek: dayanmak

[135] tesânüd: dayanışma

[136] telakkî: düşünce

[137] uzviyyet: organizma, canlı yapı

[138] lisanî: dile dayanan

[139] telakkî etmek: saymak

[140] inhilâl: dağılma

[141] kâim olmak: yerine geçmek

[142] vuku’a gelmek: gerçekleşmek

[143] ibtidâ’: önce

[144] Ulah: Rumen

[145] Eksarh: Doğu kilisesinde başpapaza verilen san

[146] harsî: kültürel

[147] muhtâriyyet ve istiklâller: özerk yönetimler

[148] tezâhür etmek: belirmek, görünür olmak , ortaya çıkmak

[149] inkişâf etmek: ortaya çıkmak

[150] cereyân: akım

[151] Başkımcılık: ayrılık yanlısı Arnavut partisi

[152] matbûât: yayın, basım

[153] evvel emirde: önce

[154] tesânüd: dayanışma

[155] harsî: kültürel

[156] ibtidâ’: önce

[157] dârü’l-fünûn: üniversite

[158] mekâtib-i askeriyye: askeri okullar

[159] müessis: kurucu

[160] teessüs etmek: oluşmak, kurulmak

[161] müsellah:silahlı

[162] ictimâî: toplumsal

[163] inhilâl: dağılma

[164] mefkûre: düşünce akımı

[165] fâsıla: ara

[166] âmil: etken

[167] fi’l-hakîka: doğrusu, hakikaten

[168] nazariyye: görüş

[169] harsçı: kültürel

[170] ibtidâ: önce

[171] bî-menfaât: faydasız

[172] nazarî: teorik

[173] şe’niyyet: gerçeklik

[174] cârî bulunmak: yürürlükte olmak

[175] tefrîk etmek: ayırmak

[176] maa’t-tesâdüf: tesadüfen, tesadüfle

[177] nazarî tedkîkler: fikrî incelemeler

[178] amelî tatbîkler: uygulamalar

[179] zuhûra gelmek: ortaya çıkmak

[180] mektep: ekol

[181] müessis: kurucusu

[182] şe’niyyete müstenid: gerçeğe dayalı

[183] iktisadiyât: ekonomi

[184] mefkûre: düşünce akımı

http://kdm.anadolu.edu.tr/TurkKlasikleri/Turkculugun_Esaslari.pdf

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu