Jeokültür

Türkçülüğün Tarihi – Ziya Gökalp

Türkçülüğün memleketimizde zuhurundan evvel, Avrupa’da Türklüğe dair iki hareket vücuda geldi. Bunlardan birincisi Fransızcada (Türküri) denilen (Türk- perestlik[1])tir. Türkiye’de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çini­ler, demirci ve marangoz işleri, mücellitlerin, tezhibatçıların, yaptıkları teclitler ve tezhipler, mangallar, şamdanlar ilh[2] gibi Türk zanaatının eserleri çoktan Av­rupa’daki nefaisperestlerin[3] dikkatini celbetmişti. Bunlar Türklerin eseri olan bu güzel eşyayı binlerce liralar sarf ederek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücuda getirirlerdi. Bazıları da bunları başka milletlere ait be- dialarla[4] beraber, bibloları arasında teşhir ederlerdi. Avrupalı ressamların Türk hayatına dair yaptıkları tablolarla, şairlerin ve filozofların Türk ahlakını tavsif[5] yolunda yazdıkları kitaplar da (Türküri) dahiline girerdi. Lamarti’nin, Agust Kont’un, Piyer Lafayet’in, Ali Paşa’nın hususi katibi bulunan Mismir’in, Piyer Loti’nin, Farer’in Türkler hakkındaki dostane yazıları bu kabildendir[6]. Avru­pa’daki bu hareket, tamamıyla Türkiye’deki Türklerin, bedii sanaatlarda[7] ve ah­laktaki yüksekliklerinin bir tecellisinden ibarettir. Avrupa’da zuhur eden[8] ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) namı verilir. Rusya’da Almanya’da, Macaris­tan’da, Danimarka’da, Fransa’da, İngiltere’de birçok ilim adamları eski Türkle- re, Hunlara ve Moğollara dair tarihi ve atikiyati[9] tarihler yapmaya başladılar. Türklerin pek eski bir millet olduğunu, gayet geniş bir sahada yayılmış bulun­duğunu ve muhtelif zamanlarda cihangirane devletler ve yüksek medeniyetler vücuda getirdiğini meydana koydular. Vakıa[10], bu sonki tetkiklerin mevzuu, Türkiye Türkleri değil, kadim Şark Türkleri idi. Fakat, birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de memleketimizdeki bazı mütefekkirlerin[11] ruhuna tesirsiz kal­mıyordu. Bilhassa, Fransız müverrihlerinden[12] (Dekini)’nin Türklere, Hunlara ve Moğollara dair yazmış olduğu büyük tarihle İngiliz âlimlerinden (Sir Davids Lumloys)’un Sultan Selim-i Salis’e[13] ithaf ettiği (Kitab-ı İlmü’n-Nafi[14]) ismin­deki umumi Türk sarfı[15], mütefekkirlerimizin ruhunda büyük tesirler yaptı. Bu ikinci eser, müellifi tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir müddet sonra, validesi bu kitabı Fransızcaya tercüme ederek Sultan Mahmut’a ithaf etti. Bu eserde Türk- çenin muhtelif şubelerinden[16] başka, Türk medeniyetinden, Türk etnografya­sından ve tarihinden bahsolunuyordu.

Sultan Abdülaziz’in son devirleri ile Sultan Abdulhamit’in ilk devirlerinde, İstanbul, büyük bir fikir hareketine tecelligah[17] olmuştu. Burada hem bir En- cümen-i Daniş teşekküle başlamış, hem de bir Darü’l-Fünun vücuda gelmişti. Bundan başka, askeri mektepler de yeni bir ruhla yükselmeye başlamıştı.

O zaman bu Darü’l-Fünun’da (hikmet-i tarih[18]) müderrisi bulunan Ahmet Vefik Paşa idi. Ahmet Vefik Paşa, Şecere-i Türkiyye’yi, Şark Türkçesinden İstanbul Türkçesine tercüme etti. Bundan başka, (Lehçe-i Osmani) isminde bir Türk ka­musu vücuda getirerek, Türkiye’deki Türkçenin umumi ve büyük Türkçenin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçeleri bulunduğunu aralarında da mukayeseler yaparak meydana koydu.

Ahmet Vefik Paşa’nın bu ilmi Türkçülükten başka, bir de bedii[19] Türkçülüğü vardı. Evinin bütün mobilyaları, kendisinin ve ailesi fertlerinin elbiseleri umumiyetle Türk mamulatındandı[20]. Hatta, çok sevdiği kerimesi[21] Avrupa tar­zında bir terlik almak için çok ısrar gösterdiği hâlde, (evime Türk mamulatından başka bir şey giremez) diyerek bu arzunun husulüne[22] mümanaat [23] göstermişti. Ahmet Vefik Paşa’nın başka bir orijinalitesi de Molyer’in mudhikelerini[24] Türk adetlerine adapte etmesi ve şahısların isimlerini ve hüviyetlerini Türkleştirmek suretiyle Türkçeye nakletmesi[25] ve millî bir sahnede oynaması idi.

Darü’l-Fünun’un bir müderrisi Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askeri mekteplerin nazırlığında bulunan Şıpka kahramanı Süleyman Paşa da, Türkçü­lüğü askeri mekteplerine sokmaya çalışıyordu. Süleyman Paşa’nın Türkçülüğüne (Dekini)’nin tarihi müessir olmuştur[26] diyebiliriz. Çünkü memleketimizde ilk defa olarak Çin menbalarına[27] istinaden Türk tarihi yazan Süleyman Paşa, bu eserinde bilhassa Dekini’yi mehaz[28] edinmişti. Süleyman Paşa, (Tarih-i Âlem)’i- nin medhalinde[29], bu eseri niçin yazmaya teşebbüs ettiğini izah ederken diyor ki (askeri mekteplerinin nezaretine geçince, bu mekteplere lazım olan kitapların ter­cümesini mütehassıslara[30] havale ettim. Fakat, sıra tarihe gelince bunun tercüme tarikiyle[31] yazdırılamayacağını düşündüm. Avrupa’da yazılan bütün tarih kitapları ya dinîmize yahut milletimize (Türklüğümüze) ait iftiralarla doludur. Bu kitap­lardan hiçbirisi tercüme edilip de mekteplerimizde okutturulamaz. Bu sebebe bi- naen[32] mekteplerimizde okunacak tarih kitabının telifini ben üzerime aldım. Vü­cuda getirdiğim bu kitapta hakikate mugayir[33] hiçbir söze tesadüf olunamayacağı gibi, dinîmize ve milletimize muhalif hiçbir söze de rastgelmek imkânı yoktur.)

Avrupa tarihlerindeki Hunların Çin tarihindeki Hiungnu’lar olduğunu ve bun­ların Türklerin ilk dedeleri bulunduğunu ve Oğuzhan’ın Hiungnu Devleti’nin müessisi (Mete)[34] olması lazım geldiğini bize ilk defa öğreten Süleyman Pa- şa’dır. Süleyman Paşa bundan başka Cevdet Paşa gibi lisanımızın sarfına[35] dair bir kitap da yazdı. Fakat bu kitaba Cevdet Paşa gibi (Kavaid-i Osmaniye) adını vermedi, (Sarf-ı Türki) namını verdi. Çünkü lisanımızın Türkçe olduğunu bili­yordu ve Osmanlıca namıyla üç lisandan mürekkep[36] bir dil olamayacağını an­lamıştı. Süleyman Paşa, bu husustaki kanaatini, (Talim-i Edebiyat-ı Osmaniye) namıyla bir kitap neşreden Recaizade Ekrem Bey’e yazdığı bir mektupta açıkça meydana koydu. Bu mektupta diyor ki (Osmanlı edebiyatı) demek doğru değil­dir. Nasıl ki lisanımıza Osmanlı lisanı ve milletimize de Osmanlı milleti demek de yanlıştır. Çünkü; (Osmanlı) tabiri yalnız devletimizin adıdır. Milletimiz ün- vanı ise yalnız Türktür. Binaenaleyh[37], lisanımız da Türk lisanıdır, edebiyatımız da Türk edebiyatıdır).

Süleyman Paşa, askeri rüştiyelerinde okunmak üzere, (Esma-yı Türkiyye) adlı kitabı da, Osmanlıcanın tesiri altında Türkçe kelimelerin unutulmaması mak­sadıyla yazmıştı.

Görülüyor ki Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır. Türk Ocakları’nda ve sair[38] Türkçü müesseselerde bu iki Türkçülük kılavuzunun büyük kıtada[39] resimlerini talik etmek[40], kadirşinaslık[41] icabındandır.

Türkiye’de Abdülhamit bu kutsi cereyanı[42] durdurmaya çalışırken, Rusya’da iki büyük Türkçü yetişiyordu. Bunlardan birincisi (Mirza Fethali Ahundov)’dur ki Azeri Türkçesinde yazdığı orijinal mudhikeler[43] bütün Avrupa lisanlarına tercüme edilmiştir. İkincisi Kırım’da (Tercüman) gazetesini çıkaran (İsmail Gasprinski)’dir ki Türkçülükteki şiarı (dilde, fikirde ve işte birlik) idi. Tercüman gazetesini Şimal[44] Türkleri anladığı kadar Şark[45] Türkleriyle Garp[46] Türkleri de anlardı. Bütün Türklerin aynı lisanda birleşmelerinin kâbil[47] olduğuna bu gazetenin vücudu[48] canlı bir delildi.

Abdülhamit’in son devrinde, İstanbul’da Türkçülük cereyanı tekrar uyanmaya başladı.

Rusya’dan İstanbul’a gelen Hüseyinzade Ali Bey tıbbiyede Türkçülük esaslarını anlatıyordu. (Turan) ismindeki manzumesi, Panturanizm mefkûresinin[49] ilk te­cellisi idi. Yunan Harbi başladığı sırada, Türk şairi Muhammed Emin Bey:

Ben bir Türk’üm dinîm, cinsim uludur

mısrasıyla başlayan ilk şiirini neşretti. Bu iki manzume Türk hayatında yeni bir inkılabın başlayacağını haber veriyordu. Hüseyinzade Ali Bey Rusya’daki millîyet cereyanlarının tesiriyle Türkçü olmuştu. Bilhassa, daha kolejde iken, Gürcü gençle­rinden son derece millîyetperver[50] olan bir arkadaşı ona, millîyet aşkını aşılamıştı.

Türk şairi Mehmet Emin Bey’e, Türkçülüğü aşılayan – mumaileyhin[51] beyanatına[52] göre- Şeyh Cemalettin Afgani’dir. Mısır’da (Şeyh Muhammet Abduh)’u, Şimal Türkleri arasında (Ziyaeddin Bin Fahreddin)’i yetiştiren bu büyük İslam müceddidi[53], Türk vatanında Mehmet Emin Bey’i bularak halk lisanında, halk vezninde millîyetperverane[54] şiirler yazmasını tavsiye etmişti.

Türkçülüğün ilk devrinde (Dekini) tarihinin müessir olduğunu[55] görmüştük. İkinci devrinde de (Leon Kahun)’un (Asya Tarihine Medhal[56]) ünvanlı kitabı­nın büyük tesiri oldu. Necip Asım Bey birçok ilavelerle bu kitabın Türklere ait olan kısmını Türkçeye nakletti. Necip Asım Bey’in bu kitabı her tarafta Türkçü­lüğe dair temayüller[57] uyandırdı. Ahmet Cevdet Bey (İkdam) gazetesini, Türk­çülüğün bir organı hâline koydu. Emrullah Efendi, Veled Çelebi ve Necip Asım Bey bu Türkçülüğün ilk mücahitleriydi.

Fakat, İkdam gazetesi etrafında toplanan Türkçülerden bilhassa, Fuat Raif Bey’in, Türkçeyi sadeleştirmek hususunda yanlış bir nazariyeyi[58] takip etmesi, Türkçülük cereyanlarının[59] kıymetten düşmesine sebep oldu. Bu yanlış nazariye (Tasfiyecilik) fikriydi.

Tasfiyecilik, lisanımızdan Arap, Acem cezrlerinden[60] gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk cezrinden doğmuş eski kelimeleri, yahut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten[61] iba­retti. Bu nazariyenin fiili tatbikatını göstermek üzere neşrolunan bazı makaleler ve mektuplar zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk lisanına geçmiş olan Arabi ve Farsi kelimeleri, Türkçeden çıkarmak, bu lisanı en canlı kelimelerinden, dinî, ahlaki, felsefi tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cez­rinden yeni yapılan kelimeler, sarf kaidelerini[62] hercümerç[63] edeceğinden baş­ka, halk için ecnebi kelimelerden daha yabancı, daha meçhuldü. Binaenaleyh[64], bu hareket lisanımızı sadeliğe, vuzuha[65] doğru götürecek yerde, muğlakiyete ve zulmete[66] doğru götürüyordu. Bundan başka, tabii kelimeleri atarak onların ye­rine suni kelimeler ikamesine çalıştığı için, hakiki bir lisan yerine suni bir Türk Esperantosu[67] vücuda getiriyordu. Memleketin ihtiyacı ise, böyle bir yapma Esperantoya değil, bildiği ve anladığı mûnis[68] ve gayr-ı[69] suni kelimlerden mü­rekkep bir müfaheme[70] vasıtasına idi. İşte, bu sebepten dolayı İkdam’daki tasfi- yecilik cereyanından fayda yerine mazarrat[71] husule geldi[72].

Bu sırada tıbbiyede teşekkül eden gizli bir inkılap cemiyetinde (Pantürkizm, Panottomanizm, Panislamizm) mefkûrelerinden[73] hangisi daha ziyade şeni- yete[74] muvafık olduğu[75] münakaşa ediliyordu. Bu münakaşa, Avrupa’daki ve Mısır’daki genç Türklere de intikal ederek bazıları Pantürkizm mefkûresini, bazıları da Panottomanizm mefkûresini kabul etmişlerdi. O zaman Mısır’da çı­kan (Türk) gazetesinde (Ali Kemal), (Osmanlı ittihadı[76]) fikrini ileri sürerken, Akçuraoğlu Yusuf Bey’le Ferid Bey (Türk ittihadı) siyasetini tavsiye ediyorlardı.

Bu sırada Hüseyinzade Ali Bey İstanbul’dan ve Ağaoğlu Ahmet Bey Paris’ten Bakü’ye gelmişler ve orada mücahede[77] için el ele vermişlerdi. Topçubaşıyef de bunlara iltihak etti[78]. Bu üç zat orada o zamana kadar hâkim bulunan Sünni­lik ve Şiilik ihtilaflarını izale ederek[79] Türklük ve İslamlık camiaları etrafında bütün Azerbaycanlıları toplamaya çalıştılar.

24 Temmuz inkılabından sonra Türkiye’de Osmanlılık fikri hâkim olmuştu. Bu esnada, intişara[80] başlayan (Türk Derneği) mecmuası, gerek bu sebepten, gerek yine Tasfiyecilik cereyanına[81] kapılmasından dolayı hiçbir rağbet görmedi.

31 Mart’tan sonra, Osmanlıcılık fikri eski nüfuzunu kaybetmeye başladı. Vak­tiyle Abdülhamit’e İslam ittihadı fikrini vermiş olan Alman kayseri bu fırsattan istifade ederek, SultanAhmet Meydanı’nda (İslam ittihadı) namına bir miting yaptırdı. Bu günden itibaren, memleketimizde gizli (İttihad-ı İslam)[82] teşkilatı yapılmaya başladı. Genç Türkler Osmanlıcı ve İttihad-ı İslamcı olmak üzere iki muarız[83] kısma ayrılmaya başladılar. Osmanlıcılar kozmopolit, İttihad-ı İslam­cılar ise ultramonten[84] idiler.

Her iki cereyan da memleket için muzırrdı[85]. Ben, 1326 Kongresinde Selanik’te Mer- kez-i Umumi[86] azalığına intihap olunduğum[87] sırada siyasi ahval bu merkezdeydi.

Bu sırada, Selanik’te (Genç Kalemler) isminde bir mecmua çıkıyordu. Mecmu­anın ser muharriri[88] Ali Canip Bey’le bir gece Beyaz Kule bahçesinde konuşu­yorduk. Bu genç bana mecmuasının lisanda sadeliğe doğru bir inkılap yapmaya çalıştığını, Ömer Seyfettin’in bu mücahedede[89] pişva[90] olduğunu anlattı. Ömer Seyfettin’in lisan hakkındaki bu fikirleri tamamıyla benim kanaatlerime teva­fuk ediyordu[91]. Gençliğimde Taşkışla’da mahpus bulunduğum sırada, neferlerin mülazım-ı evvele[92] (evvel mülazım), mülazım-ı saniye[93] (sani mülazım), Trab- lus-ı Garb’a (Garp Trablusu), Trablus-ı Şam’a (Şam Trablusu) demeleri bende şu kati kanaati uyandırmıştı:

Türkçeyi ıslah için bu lisandan bütün Arabi ve Farsi kelimeleri değil, umum Arabi ve Farsi kaideleri atmak. Arabi ve Farsi kelimelerden de Türkçesi olanları terkederek, Türkçe bulunmayanları lisanda ibka etmek[94].

Bu fikre dair bazı yazılar yazmış isem de, neşrine fırsat bulamamıştım. Nasıl ki Türkçülük hakkında yazı yazmaya da henüz bir fırsat elvermemişti. Daha on beş yaşında iken Ahmet Vefik Paşa’nın (Lehçe-i Osmani)’si ile Süleyman Paşa’nın (Tarih-i Âlem)’i bende Türkçülük temayüllerini[95] doğurmuştu. 312’de İstanbul’a geldiğim zaman ilk aldığım kitap Leon Kahun’un tarihi olmuştu. Bu kitap adeta Pantürkizm mefkûresini[96] teşvik etmek üzere yazılmış gibidir. O zaman Hüseyinzade Ali Bey’le temas ederek, Türkçülük hakkındaki kanaatlerini öğreniyordum.

Hülasa[97], on yedi on sekiz seneden beri Türk milletinin sosyolojisini ve pikolojisini tetkik için sarf ettiğim mesainin mahsulleri kafamın içinde istif edilmiş duruyordu. Bunları meydana atmak için yalnız bir vesilenin zuhuruna[98] ihtiyaç vardı. İşte, Genç Kalemler’de Ömer Seyfettin’in başlamış olduğu mücahede[99] bu vesileyi ihzar etti[100]. Fakat ben lisan meselesini kafi görmeyerek Türkçülüğü bütün mefkûreleriyle, bütün programıyla ortaya atmak lazım geldiğini düşün­düm. Bütün bu fikirleri ihtiva eden (Turan) manzumesini yazarak Genç Kalemler’de neşrettim. Bu manzume, tam zamanında intişar etmişti[101].

Çünkü, Osmanlıcılıktan da, İslam ittihatçılığından[102] da memleket için teh­likeler doğacağını gören genç ruhlar kurtarıcı bir mefkûre arıyorlardı. Turan manzumesi bu mefkûrenin ilk kıvılcımı idi. Ondan sonra, mütemadiyen bu manzumedeki esasları şerh ve tefsir etmekle[103] uğraştım.

Turan manzumesinden sonra, Ahmet Hikmet Bey (Altın Ordu) makalesini neşr etti. İstanbul’da (Türk Yurdu) mecmuasıyla (Türk Ocağı) cemiyeti teşekkül etti. Halide Hanım (Yeni Turan) adlı romanıyla Türkçülüğe büyük bir kıymet verdi. Hamdullah Suphi Bey Türkçülüğün faal bir reisi oldu. İsimleri yukarıda geçen yahut geçmeyen bütün Türkçüler, gerek Türk Yurdu’nda gerek Türk Oca­ğı’nda birleşerek beraber çalıştılar. Köprülüzade Fuat Bey (Türkiyat) sahasında büyük bir mütebahhir[104] ve âlim oldu. İlmi eserleriyle Türkçülüğü tenvir etti[105].

Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falih Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri Beyler gibi nasirler[106] ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vala Nurettin Beyler gibi şairler yeni Türkçeyi güzelleştirdiler. Müfide Ferit Hanım da gerek kıymetli kitaplarıyla, gerek Paris’teki yüksek konferanslarıyla Türkçülüğün yük­selmesine büyük himmetler[107] sarf etti.

Türkçülük âlemi bugün o kadar genişlemiştir ki bu sahada çalışan sanatkârlarla ilim adamlarının hepsinin isimlerini saymak ciltlerle kitaplara muhtaçtır. Yalnız Türk mimarlığında Mimar Kemal Bey’i unutmamak lazımdır. Bütün genç mi­marların Türkçü olmasında mumaileyh’in[108] büyük bir tesiri vardır.

Mamafih[109], Türkçülüğe dair bütün bu hareketler akim kalacaktı[110], eğer Türkleri Türkçülük mefkûresi[111] etrafında birleştirerek büyük bir inkıraz[112] tehlike­sinden kurtarmaya muvaffak olan büyük bir dâhi zuhur etmeseydi[113]! Bu büyük dâhinin ismini söylemeye hacet yok, bütün cihan bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek[114] her an hürmetle anmaktadır. Ev­velce Türkiye’de, Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk’ün­dür. Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir, siyasette, harsta[115], iktisatta hep Türk halkı hâkimdir. Bu kadar kati ve büyük inkılabı yapan zat Türkçülü­ğün en büyük adamıdır. Çünkü; düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yap­mak ve bilhassa muvaffakiyetle[116] neticelendirmek çok güçtür.

[1]    Türkperestlik: Türk   hayranlığı

[2]    ilh: ve benzeri, gibi

[3]    nefâisperest: sanatla   ilgilenenler

[4]     bedî’a: sanat eseri

[5] tavsîf: anlatma, betimleme, tasvir etme

[6]    kabîl: tür

[7] bedîî zanaatler: güzel sanatlar

[8] zuhûr etmek: ortaya çıkmak

[9] atîkıyyâtî: tarihi, geçmişle ilgili

[10] vâkı’â: gerçi

[11] mütefekkir: düşünür

[12] müverrih: tarihçi

[13] Sultân Selîm-i Sâlis: Sultan 3. Selim

[14] Kitâb-ı İlmü’n-Nâfi’: faydalı ilimler kitabı

[15] sarf: gramer, dilbilgisi

[16] şu’be: bölüm, konu

[17] tecellî-gâh: bir şeyin meydana çıktığı yer/zaman

[18] hikmet-i tarih: tarih felsefesi

[19] bedîî: sanatsal, güzel eserlerle ilgili

[20] ma’mûlât: ürünler, mamüller

[21] kerime: kız çocuk

[22] husûl: gerçekleşmek

[23] mümânaat: engelleme, mani olma

[24] mudhike: komedi oyunu

[25] nakletmek: çevirmek

[26] müessir olmak: etkili olmak, etkilemek

[27] menba’: kaynak

[28] me’haz: kaynak

[29] medhal: giriş

[30] mütehassıs: uzman

[31] tarîk: yol, yöntem

[32] binâen: dolayı, için

[33] mugâyir: aykırı

[34] müessis: kurucu

[35] sarf: gramer, dilbilgisi

[36] mürekkeb: karıştırılarak, birleştirilerek oluşmuş

[37] binâenaleyh: bu sebeple, buna dayanarak

[38] sâir: diğer

[39] kıt’a: boy, bölüm

[40] ta’lîk etmek: asmak

[41] kadîrşinâslık: kıymet bilirlik

[42] cereyân: fikir akımı

[43] mudhike: komedi oyunu

[44] şimâl: kuzey

[45] Şark: doğu

[46] Garb: batı

[47] kâbil: mümkün

[48] vücûdu: varlığı

[49] mefkûre: fikir akımı

[50] millîyetperver: millîyetçi

[51] mûmâ-ileyh: adı geçmiş olan

[52] beyânât: beyanlar, söylenilenler

[53] müceddid: yenilikçi

[54] millîyetperverâne: millîyetçi

[55] müessir olmak: etkili olmak, etkilemek

[56] medhal: giriş

[57] temâyül: ilgi

[58] nazariye: görüş, teori

[59] cereyân: hareket, akım

[60] cezr: köken

[61] ikâme etmek: yerine geçirmek, yerleştirmek

[62] sarf kâideleri: gramer kuralları

[63] herc ü merc: darmadağınık

[64] binâenaleyh: bu sebeple, buna dayanarak

[65] vuzûh: açıklık, sadelik

[66] muglâkiyyet ve zulmet: kapalılık ve anlaşılmazlık

[67] Esperanto: yapay bir dil

[68] munis: alışılmış

[69] garr-ı sun’i : yapay olmayan

[70] müfâheme: anlaşma

[71] mazarrat: zarar

[72] husûle gelmek: ortaya çıkmak, meydana gelmek

[73] mefkûre: fikir akımı

[74] şen’iyyet: gerçeklik, gerçek

[75] muvâfık olmak: uygun olmak

[76] ittihâd: birlik, birleşme

[77] mücâhede: uğraşma, çabalama

[78] iltihâk etmek: katılmak

[79] izâle etmek: gidermek, ortadan kaldırmak

[80] intişâr: yayımlanmak

[81] cereyân: hareket, akım

[82] İttihâd-ı İslâm: İslam birliği

[83] muârız: zıt, biribirne karşı

[84] ultramonten: İslam taraftarı

[85] muzırr: zararlı

[86] merkez-i umûmî: genel merkez

[87] intihâb olunmak: seçilmek

[88] ser muharrir: başyazar

[89] mücâhede: uğraş, mücadele

[90] pîşvâ: önder, lider

[91] tevâfuk etmek: uygun düşmek, uymak

[92] mülâzım-ı evvel: üsteğmen

[93] mülâzım-ı sâni: teğmen

[94] ibka’ etmek: yaşatmak, devam ettirmek

[95] temâyül: ilgi

[96] mefkûre: fikir akımı

[97] hülâsa: özetle

[98] zuhûr: ortaya çıkmak, belirmek

[99] mücâhede: uğraşma, çabalama

[100] ihzâr etmek: hazırlamak

[101] intişâr etmek: yayımlanmak

[102] İslâm ittihâtçılığı: İslam birliği taraftarlığı

[103] şerh ve tefsîr etmek: açıklamak

[104] mütebahhir: ilmi deniz gibi olan

[105] tenvîr etmek: aydınlatmak

[106] nâsir: düzyazı erbabı, nesir yazarı

[107] himmet: uğraş, çaba

[108] mûmâ-ileyh: adı geçen

[109] mâmâfîh: bununla birlikte

[110] akîm kalmak: aksamak, sonuçsuz kalmak

[111] mefkûre: fikir akımı

[112] inkırâz: çöküş, yıkılış

[113] zuhûr etmek: ortaya çıkmak, belirmek

[114] addetmek: saymak

[115] hars: kültür

[116] muvaffakiyetle: başarıyla

Kaynak: http://kdm.anadolu.edu.tr/TurkKlasikleri/Turkculugun_Esaslari.pdf

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu