Türkçülük Nedir? – Ziya Gökalp
Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O hâlde, Türkçülüğün mahiyetini[1] anlamak için, evvel emirde[2] (millet) adı verilen zümrenin mahiyetini tayin etmek lazımdır. Millet hakkındaki muhtelif telakkileri[3] tetkik edelim:
(1) Irki Türkçülere göre millet (ırk) demektir. (Irk) kelimesi esasen mevaşi[4] fenninin ıstılahlarındandır[5]. Her hayvan nevi[6], teşrihi[7] vasıfları itibarıyla bir takım enmuzeclere[8] ayrılır. Bu enmuzeclere (ırk) adı verilir. Mesela, at nevinin (Arap ırkı), (İngiliz ırkı), (Macar ırkı) adlarını alan bir takım teşrihi enmuzecleri vardır.
İnsanlar arasında da, eskiden beri, beyaz ırk, siyah ırk, sarı ırk, kırmızı ırk namlarıyla dört ırk mevcuttur. Bu tasnif, kaba bir tasnif olmakla beraber, hâlâ kıymetini muhafaza etmektedir.
Beşeriyyat[9] ilmi Avrupadaki insanları kafalarının şekli ve saçlarıyla ve gözlerinin rengi itibariyle üç ırka ayırmıştır. Uzun kafalı kumral, uzun kafalı esmer, yassı kafalı.
Mamafih[10], Avrupa’da hiçbir millet, bu enmuzeclerden yalnız birini muhtevi[11] değildir. Her milletin içinde, muhtelif nispetlerde olmak üzere bu üç ırka mensup fertler mevcuttur. Hatta, aynı ailenin içinde, bir kardeş uzun kafalı kumral, diğerleri uzun kafalı esmer ve yassı kafalı olabilirler.
Vakıa[12] bir zamanlar, bazı beşeriyatçılar[13] bu teşrihi enmuzeclerle içtimai[14] hasletler[15] arasında bir münasebet bulunduğunu iddia ederlerdi. Fakat birçok ilmi tenkitlerin ve bilhassa bizzat beşeriyatçılar arasında en yüksek bir mevkide bulunan (Manvorye) ismindeki alimin, teşrihi vasıfların içtimai seciyeler[16] üzerinde hiçbir tesiri olmadığını ispat etmesi, bu eski iddiayı tamamıyla çürüttü. Irkın, bu suretle, içtimai hasletlerle hiçbir münasebeti kalmayınca, içtimai seciyelerin mecmuu[17] olan millîyetle de hiçbir münasebeti kalmaması lazım gelir. O hâlde milleti başka bir sahada aramak iktiza eder[18].
(2)Kavmi Türkçüler de milleti (kavim) zümresiyle karıştırırlar.
Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış kandaş bir zümre demektir.
Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Hâlbuki, cemiyetler kable’t-tarih[19] zamanlarda bile, kavmiyetçe halis[20] değildiler. Muharebelerde esir alma, kız kaçırma, mücrimlerin[21] kendi cemiyetinden kaçarak başka bir cemiyete girmesi, izdivaçlar, muhaceret- ler[22], temsil ve temessül[23] gibi hadiseler daima milletleri birbirine karıştırmıştı. Fransız alimlerinden (Kamil Jülyen) ile (Meye) en eski zamanlarda bile saf bir kavim bulunmadığını iddia etmektedirler. Kable’t-tarih zamanlarda bile saf bir kavim bulunmazsa tarihi devirlerdeki kavmi hercümerçlerden[24] sonra, artık saf bir kavmiyet aramak abes olmaz mı? Bundan başka sosyoloji ilmine göre, fertler dünyaya gelirken (lâ-içtimai[25]) olarak gelirler. Yani içtimai vicdanlardan hiçbirini beraberlerinde getirmezler. Mesela lisani, dinî, ahlaki, bedii[26], siyasi, hukuki, iktisadi vicdanlardan hiçbirini beraber getirmezler. Bunların hepsini sonraları terbiye tarikiyle[27] cemiyetten alırlar. Demek ki içtimai hasletler[28] uzvi[29] verasetle intikal etmez, yalnız terbiye tarikiyle intikal eder. O hâlde, kavmiyetin millî seciye[30] nokta-yı nazarından[31] da hiçbir rolü yok demektir.
Kavmi safvet[32], hiçbir cemiyette bulunmamakla beraber, eski cemiyetler, kavmiyet mefkûresini[33] takip ederlerdi. Bunun sebebi dinî idi. Çünkü, o cemiyetlerde, mabut[34], cemiyetin ilk ceddinden ibaretti. Bu mabut, yalnız kendi zürriyetinden[35] bulunanlara mabutluk etmek isterdi. Yabancıların kendi mabedine girmesini, kendisine yapılacak ibadetlere iştirak etmesini, kendi mahkemelerinde kendi kanunlarına göre muhakeme olunmasını arzu etmezdi. Buna binaen[36], cemiyetin içine muhtelif (tebenni[37]) yollarıyla girmiş birçok fertler bulunmakla beraber bütün cemiyet, yalnız mabudun zürriyetlerinden mürek- kep[38] itibar olunurdu[39]. Eski Yunan medinelerinde[40], kable’l-İslam[41] Arap- larda, eski Türklerde hülasa[42] henüz il devrinde bulunan bütün cemiyetlerde şu yalancı kavmiyeti görürüz.
Şurası da var ki içtimai tekamülün[43] o merhalesinde yaşayan milletler için kavmiyet mefkûresini[44] takip etmek normal bir hareket olduğu hâlde, bugün içinde bulunduğumuz merhaleye nispetle marazidir[45]. Çünkü, o merhalede bulunan cemiyetlerde, içtimai tesanüd[46] yalnız dindaşlık rabıtasından[47] ibaretti. Dindaşlık kandaşlığa istinad edince[48], tabiidir ki içtimai tesanüdün isti- natgahı[49] da kandaşlık olur.
Bugünkü içtimai merhalemizde ise, içtimai tesanüd, harstaki[50] iştirake istinad ediyor. Harsın intikal[51] vasıtası terbiye olduğu için, kandaşlıkla hiçbir alakası yoktur.
- Coğrafi Türkçülere göre, millet, aynı ülkede oturan ahalilerin mecmuu[52] Mesela, onlara göre bir İran milleti, bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya milleti vardır. Hâlbuki İran’da Farsi, Kürt ve Türk’ten ibaret olmak üzere üç millet, İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyan’dan ibaret olmak üzere yine üç millet, Belçika’da aslen Fransız olan Valonlarla aslen Cermen olan Flamanlar mevcuttur. Büyük Britanya adalarında ise Anglosakson, İskoçyalı, Galli, İrlandalı namlarıyla dört millet vardır. Bu muhtelif[53] cemiyetlerin lisanları ve harsları[54] birbirinden ayrı olduğu için, heyet-i mecmularına[55] (millet) adını vermek doğru değildir.
Bazen bir ülkede müteaddid[56] milletler olduğu gibi, bazen de bir millet müte- addid ülkelere dağılmış bulunur. Mesela, Oğuz Türklerine bugün Türkiye’de, Azerbaycan’da, İran’da, Harezm ülkesinde tesadüf ederiz.
Bu zümrelerin lisanları ve harsları müşterek olduğu hâlde, bunları ayrı milletler telakki etmek[57] doğru olabilir mi?
- Osmanlıcılara nazaran, millet Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan bütün tebaaya şamildir[58]. Hâlbuki, bir imparatorluğun bütün tebaasını bir tek millet telakki etmek büyük bir hatadan ibaretti. Çünkü, bu halitanın[59] içinde müstakil[60] harslara malik[61] müteaddid milletler vardı.
- İslam ittihatçılarına[62] göre, millet bütün müslümanların mecmuu demektir. Aynı dinde bulunan insanların mecmuuna (ümmet) adı verilir. O hâlde Müslümanların mecmuu da bir ümmettir. Yalnız lisanda ve harsta müşterek olan millet zümresi ise bundan ayrı bir şeydir.
- Fertçilere göre, millet bir adamın kendisini mensup addettiği[63] herhangi bir cemiyettir. Filhakika[64], bir fert, kendisini zahiren[65] şu yahut bu cemiyete nispet etmekte[66] hür zanneder. Hâlbuki fertlerde böyle bir hürriyet ve istiklal yoktur. Çünkü insandaki ruh, duygularla fikirlerden mürekkeptir[67]. Yeni ruhiyatçılara[68] göre, hissi hayatımız asıldır, fikrî hayatımız ona aşılanmıştır. Binaenaleyh[69], ruhumuzun normal bir hâlde bulunabilmesi için, fikirlerimizin hislerimize tamamıyla uygun olması lazımdır. Fikirleri hislerine tevafuk[70] ve istinad etmeyen[71] bir adam ruhen hastadır. Böyle bir adam hayatta mesut olamaz. Mesela hissen dindar olan bir genç kendisini fikren dinsiz telakki ederse[72], ruhu bir muvazeneye[73] malik olabilir mi?[74] Şüphesiz, hayır! Bunun gibi, her fert hisleri vasıtasıyla muayyen bir millete mensuptur. Bu millet, o ferdin içinde yaşadığı ve terbiyesini aldığı cemiyetten ibarettir. Çünkü, bu fert, içinde yaşadığı cemiyetin bütün duygularını terbiye vasıtasıyla almış, tamamıyla ona ben- zemiştir. O hâlde bu fert ancak bu cemiyetin içinde yaşarsa mesut olabilir. Başka bir cemiyetin içine giderse, daüssılaya[75] uğrar, hastalanır, hissen müşterek bulunduğu cemiyetin içine gitmek için hasret çeker. O hâlde, bir ferdin, istediği zaman, millîyetini değiştirebilmesi, kendi elinde değildir. Çünkü, millîyet de, harici bir şeniyettir[76]. İnsan millîyetini, cehaletle tanıyamamışken, sonradan taharri ve tahkik[77] vasıtasıyla keşfedebilir. Fakat, bir fırkaya girer gibi, sırf iradesiyle şu yahut bu millete intisap edemez[78].
O hâlde, millet nedir? Irki, kavmi, coğrafi, siyasi, iradi[79] kuvvetlere tefevvuk[80] ve tahakküm edebilecek başka ne gibi bir rabıtamız var?
İçtimaiyat ilmi[81] ispat ediyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta[82], yani duygularda iştiraktir[83]. İnsan en samimi, en deruni[84] duygularını ilk terbiye zamanında alır. Daha beşikte iken, işittiği ninnilerle anadilinin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki en çok sevdiğimiz lisan anadilimizdir. Ruhumuza vücut veren bütün dinî, ahlaki, bedii[85] duygularımızı bu lisan vasıtasıyla almışız. Zaten ruhumuzun içtimai[86] hisleri, bu dinî, ahlakî, bedii duygulardan ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak, daima o cemiyette yaşamak isteriz. Başka bir cemiyetin içinde daha büyük bir refahla yaşamamız mümkün iken, cemiyetimiz içindeki fakrı[87] ona tercih ederiz. Çünkü, dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasındaki o refahtan ziyade bizi mesut kılar. Zevkimiz, vicdanımız, iştiyaklarımız[88], hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemiyetindir. Bunların aks-i sedasını[89] ancak o cemiyet içinde işitebiliriz.
Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete intisap edebilmemiz[90] için, büyük bir mani vardır. Bu mani, çocukluğumuzda o cemiyetten almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski cemiyet içinde kalmaya mecburuz.
Bu ifadelerden anlaşıldı ki millet, ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Milet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça[91] müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep[92] bulunan bir zümredir. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dinî dinîme uyan) diyerek tarif eder. Filhakika[93], bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insani şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi meziyetlerimiz ırkımızdan geliyorsa, manevi meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor. (Büyük İskender) diyordu ki (benim hakiki babam Filip değil, Aristottur. Çünkü, birincisi maddiyatımın, ikincisi maneviyatımın tekevvününe[94] sebep olmuştur.)
İnsan için, maneviyat, maddiyattan mukaddemdir[95]. Bu itibarla millîyette şecere[96] aranmaz. Yalnız, terbiyenin, mefkûrenin[97] millî olması aranır. Normal bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun mefkûresine çalışabilir. Çünkü, mefkûre bir vecd menbaı[98] olduğu içindir ki aranır. Hâlbuki, terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkûresi, ruhumuza asla vecd veremez. Bilakis, terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkûresi ruhumuzu vecdlere gark ederek[99] mesut yaşamamıza sebep olur. Bundan dolayıdır ki, insan terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Hâlbuki, zihnen kendisini nispet ettiği[100] yabancı bir cemiyet uğruna ufak bir menfaatini bile feda edemez. Hülasa[101], insan terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa bedbaht olur[102]. Bu mütalaalardan[103] çıkaracağımız ameli netice[104] şudur: Memleketimizde vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyad etmiş[105] görürsek sair milletdaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz[106]. Yalnız saadet zamanında değil, felaket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milletimizden hariç telakki edebiliriz[107]. Hususuyla[108], bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl olur da bu fedakâr insanlara (siz Türk değilsiniz) diyebiliriz. Filhakika, atlarda şecere[109] aramak lazımdır, çünkü bütün meziyetleri sevk-ı tabiiye[110] müstenid[111] ve ırsi olan hayvanlarda da ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise, ırkın içtimai[112] hasletlere[113] hiçbir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksini meslek[114] ittihaz edersek[115], memleketimizdeki münevverlerin[116] ve mücahitlerin birçoğunu feda etmek iktiza edecektir[117]. Bu hâl, caiz[118] olmadığından (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur.
[1] mâhiyyet: öz, nitelik, iç yüz
[2] evvel emirde: önce, ilk olarak
[3] muhtelif telakkîler: çeşitli görüşler/fikirler
[4] mevâşî: zooloji
[5] ıstılâh: terim, tabir, kelime
[6] nev’: tür
[7] teşrîhî: anatomik
[8] enmûzec: tür, örnek
[9] beşeriyyât: antropoloji
[10] mâmâfîh: bununla birlikte
[11] muhtevi: ihtiva eden, içine alan
[12] vâkı’â: gerçi, her ne kadar
[13] beşeriyyâtçılar: antropologlar
[14] ictimâî: sosyal, toplumsal
[15] haslet: huy, yaratılış
[16] seciyye: huy, karakter
[17] mecmû’:hepsi, bütünü
[18] iktizâ etmek: gerekmek
[19] kable’t-târîh: tarih öncesi
[20] hâlis: saf
[21] mücrim: suçlu
[22] muhâceret: göç
[23] temsil ve temessül: benzeşme
[24] herc ü merc: karışma, karmaşıklaşma
[25] lâ-ictimâî: asosyal, toplumsallık dışı
[26] bedîî: sanatsal
[27] tarîkiyle: yoluyla
[28] haslet: ahlak, huy
[29] uzvî: organik, genetik
[30] seciyye: huy, karakter
[31] nokta-yı nazar: bakış açısı
[32] safvet: saflık
[33] mefkûre: fikir
[34] ma’bûd: tapınılan, ilah
[35] zürriyet: soy, nesil
[36] binâen: dayanarak
[37] tebennî: evlat edinme
[38] mürekkeb: karışmış, birleşmiş
[39] itibâr olunmak: düşünülmek, varsayılmak
[40] medîne: şehir
[41] kable’l-İslam: İslam öncesi
[42] hülâsa: kısacası
[43] tekâmül: ilerleme
[44] mefkûre: düşünce akımı
[45] marazî: sorunlu
[46] tesânüd: dayanışma
[47] râbıta: bağ, ilişki
[48] istinâd etmek: dayanmak
[49] istinâd-gâh: dayanak
[50] hars: kültür
[51] intikâl: aktarım
[52] mecmû: toplamı, tümü, hepsi
[53] muhtelif: çeşitli
[54] hars: kültür
[55] hey’et-ı mecmû’a: tümü, hepsi
[56] müteaddid: çeşitli
[57] telâkki etmek: düşünmek
[58] şâmil: kaplayan, içine alan
[59] halîta: karışık, birleşik yapı
[60] müstakil: bağımsız
[61] mâlik: sahip
[62] İslâm ittihâtçıları: İslam birliği taraftarları
[63] addetmek: saymak
[64] fi’l-hakîka: gerçekten de, doğrusu
[65] zâhiren: görünüşte
[66] nispet etmek: bağlı saymak
[67] mürekkeb: birleşerek oluşmuş
[68] rûhiyyât: psikoloji
[69] binâenaleyh: bu sebeple, buna dayanarak
[70] tevâfuk etmek: uymak
[71] istinâd etmek: dayanmak
[72] telakki etmek: saymak
[73] muvâzene: denge, ölçü
[74] mâlik olmak: sahip olmak
[75] dâü’s-sılâ: sıla hasreti
[76] şe’niyyet: gerçeklik, gerçek
[77] taharrî ve tahkîk: araştırma ve inceleme
[78] intisâb etmek: bağlanmak, mensup olmak
[79] irâdî: iradeye bağlı
[80] tefevvuk: uygunluk
[81] ictimâiyyat ilmi: sosyoloji
[82] hars: kültür
[83] iştirâk: ortaklık
[84] derûnî: içten
[85] bedîî: sanatsal
[86] ictimâî: toplumsal
[87] fakr: fakirlik
[88] iştiyâk: istek, şevk
[89] aks-i sadâ: yankı, yansıma
[90] intisâb etmek: bağlanmak, girmek
[91] bedîiyyât: sanat
[92] mürekkeb: birleşerek oluşmuş
[93] fi’l-hakîka: gerçekten de, doğrusu
[94] tekevvün: ortaya çıkmak, oluşmak
[95] mukaddem: önce gelen
[96] şecere: kütük, soy
[97] mefkûre: fikir, düşünce tarzı
[98] vecd menbaı: vecd kaynağı
[99] gark etmek: boğmak, batırmak
[100] nispet etmek: bağlamak, yakın görmek
[101] hülâsa: özetle
[102] bedbaht olmak: mutsuz olmak
[103] mütâlaa: düşünce, değerlendirme
[104] amelî netice: pratik sonuç
[105] i’tiyâd etmek: alışmak
[106] tefrîk etmek: ayırmak
[107] telakkî etmek: düşünmek
[108] hususuyla: özellikle
[109] şecere: soy, sülale
[110] sevk-ı tabiî: içgüdüsel yönlendirme
[111] müstenid: dayanan
[112] ictimâî: toplumsal
[113] haslet: huy, karakter
[114] meslek: sistem, tarz, yol
[115] ittihaz etmek: kabul etmek
[116] münevver: aydın
[117] iktizâ etmek: gerekmek
[118] câiz: uygun
Kaynak: http://kdm.anadolu.edu.tr/TurkKlasikleri/Turkculugun_Esaslari.pdf