Düşünce

Ahlâkî Türkçülük: Türklerde Ahlak – Ziya Gökalp

Türklerde Ahlak

Büyük milletlerden her biri medeniyetin hususi bir sahasında birinciliği ihraz[1] etmiştir. Eski Yunaniler bediiyatta[2], Romalılar hukukta, Beni İsrail ile Araplar dinde, Fransızlar edebiyatta, Anglo-Saksonlar iktisatta, Almanlar musi­ki ile ma-ba’de’t-tabiada[3], Türkler de ahlakta birinciliği kazanmışlardır.

Türk tarihi baştanbaşa, ahlaki faziletlerin meşheridir[4]. Türklerin mağlup mil­letlere ve onların millî ve dinî mevcudiyetlerine dinî ve içtimai[5] muhtariyet- ler[6] vermesi her türlü takdirin fevkindedir[7]. Fakat bu iyiliğe karşı, mağlup milletler alicenap[8] Türklerden mazhar[9] oldukları bu müsaadeleri, Türkle- rin aleyhine çevirerek, kapitülasyon namı verilen zincirlerle Türkleri bağlamaya ve boğmaya çalıştılar. Bu iki türlü hareket, iki tarafın da ahlakiyetini[10] göster­diği için son derece karakteristiktir.

Bu mebhasta[11], Türklerin muhtelif ahlak dairelerine taalluk[12] eden ahlaki mefkûrelerini[13] göstereceğiz. Bu ahlak daireleri şunlardır:

(1) Vatani ahlak, (2) Mesleki ahlak, (3) Aile ahlakı (Cinsî ahlak), (4) Medeni ahlak (şahsi ahlak), (5) Beynelmilel[14] ahlak.

Vatani Ahlak

Eski Türklerde vatani ahlak çok kuvvetliydi. Hiçbir Türk kendi (il)i, yani mil­leti için, hayatını ve en sevgili şeylerini feda etmekten çekinmezdi. Çünkü (il) Gök Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi. Gök Tanrı, Türklerce gayet mübarek olan aşk gecesinde bir (altun ışık) olarak yeryüzüne inmiş, bir bakireyi yahut bir ağacı gebe kılarak bu (kutlu il)in üremesine sebep olmuştu. (İl)in oturdu­ğu memlekete (yurt) yahut (ülke) denilirdi. Türk nereye gitse (yurt-ı asli[15])yi unutmazdı, çünkü, atalarının mezarı, oradaydı. Çocukluk çağı, baba ocağı, ana kucağı hep orada bulunuyordu.

Türk’ün vatanperverliğine misal olarak Hun devletinin müessisi[16] olan (Mete)yi zikredebiliriz. Tatarlar hükümdarı harp ilanına bir vesile olmak üzere, ibtida[17], onun çok sevdiği bir atı istedi. Bu at, saatte bin fersah uzunluğunda yol alıyordu.

Mete, vatandaşlarını harbin musibetlerine maruz bırakmamak için, bu atı Tatar hakanına gönderdi. Tatar hakanı harbe bahane arıyordu. Bu sefer de Mete’nin en sevdiği zevcesini istedi. Bütün beyler, kurultayda harp ilanını istedikleri hâl­de, Mete: “Ben vatanımı kendi aşkım uğruna çiğnetemem” diyerek, sevgilisini düşmana vermek gibi büyük bir fedakârlığı kabul etti. Bunun üzerine, Tatar ha­kanı, Hun ülkesinden hiçbir mahsulü olmayan, ziraatsız, ormansız, madensiz, ahalisiz bir arazi parçasını istedi. Kurultay bu faydasız toprağın verilmesinde hiçbir beis[18] olmadığını söylemişken, Mete “Vatan bizim mülkümüz değildir, mezarda yatan atalarımızın ve kıyamete kadar doğacak torunlarımızın bu mü­barek toprak üzerinde hakları vardır. Vatandan -velev ki bir karış kadar olsun- vermeye hiç kimsenin salahiyeti[19] yoktur. Binaenaleyh[20], harp edeceğiz. İşte, ben atımı düşmana doğru sürüyorum. Arkamdan gelmeyen idam olunacaktır.” diyerek Tatarların üzerine yürüdü. Eski Türklerin nazarında, vatanın ne kadar muazzez[21] olduğunu, bu tarihi vakadan istidlal[22] edebiliriz.

Eski Türklere göre vatan (töre)den, yani (millî hars[23])tan ibaretti Mahmut-ı Kaşgari lugatinde zikrolunan. (Ülkeden geçilir töreden geçilmez) darb-ı mese- li[24], millî harsa verilen kıymetin derecesini gösterir.

Eski Türklerde, hükümranlık (il)e aitti. Küçük illerde, bütün (il), bir millet meclisi hükmündeydi. Halkın mukadderatını[25] bu meclis idare ederdi. Büyük illerde, boy beylerinden mürekkep[26] olan (şölen) adlı meclis, ile ait işlere karar verirdi. Hakanlıklarda, ilhanlıklarda[27] ise, millet meclisi mahiyetinde[28] ol­mak üzere (kurultay) vardı. Bu meclislerin müşaveresine[29] (kinkeş) denilirdi. (İl mi yaman, bey mi yaman?) darb-ı meseli hükümranlığın hakanda olmayıp, ilde olduğunu gösterir. Çünkü, hakanı intihab[30] eden ve hal[31] edebilen ku­rultaydı. Harp ve sulh ilanı gibi ehemmiyetli işler kurultayın kararıyla olurdu. (Tozda, dumanda ferman okunmaz) darb-ı meseli buhran anlarında vaziyete halkın hâkim olduğunu gösterir, eski Türklerde (müsavat[32]) da, çok kuvvetli bir surette teessüs[33] etmişti. Harezm’deki Teke Türkmenlerinde ne esir ne hiz­metçi mevcut değildir. Herkes evine ait işleri kendisi görür. Her il, birbirine mü- savi[34] fertlerden mürekkeptir[35]. Eski Türklerde bir il diğer illeri tabiiyeti[36] altına aldığı zaman, onların siyasi teşkilatını bozmazdı. (Tâbi il)in eski reisi, (yabgu) yani (melik[37]) namıyla eski mevkiini muhafaza ederdi. Hakan bunun nezdinde (şad[38]) yahut (şane=şahna) namıyla bir komiser bulundururdu. Bir hakan da sair[39] hakanlıkları fethettiği zaman, eski hakanları yerlerinde ibka[40] ederdi. Yalnız kendisi (ilhan[41]) namıyla bunların reisi mevkiine geçerdi.

Zaten (il) kelimesinin asıl manası (sulh[42]) demektir. (İlci), sulhçu manasınadır.

(İl)in timsali olan (Gök Tanrı) sulh ilahıdır. İlhan sulh dinînin bir naşiri[43] mevkiindedir. Türk ilhanları, bütün Türk illerini sulha davet ediyordu, bütün hakanlara (oğlum) diye hitap ediyordu. Türklerin bütün harpleri, daimi ve geniş bir sulh dairesi tesisi maksadıyladır. Bütün ilhanlık devirlerinde, Mançurya’dan Macaristan’a kadar bütün Turan kıtası gayet mesut bir sulh ve asayiş hayatı yaşa­mıştır. Türk ilhanları, emperyalist de değildiler. Çünkü yalnız Türk illerini bir­leştirmekle iktifa[44] ediyorlar, başka milletlerin ülkelerini fethe çalışmıyorlardı.

Hunların ilk ilhanı Mete’nin, iki defa Çin devleti eline geçtiği hâlde, impara­torluğu kabulden imtina[45] etmesi bu iddiamıza bir delildir. Sulh ahlakını Atil­la’da bile görürüz. Atilla’ya en muzaffer bulunduğu muharebeler esnasında, her ne vakit sulh teklif edilmişse derhal teklifi kabul etmiştir.

Dünyanın en demokrat kavmi eski Türkler olduğu gibi, en feminist nesli de yine eski Türklerdir. Zaten feminizm, demokrasinin yani müsavatın[46] kadınlara ait bir tecellisinden[47] ibarettir. Eski Türklerin bu faziletini Aile Ahlakı faslın- da[48] göreceğiz.

Orhon Kitabesi’nde Türk hakanı şöyle diyor: “Türk Tanrısı Türk milleti yok olmasın diye atalarımı gönderdi ve beni gönderdi. Ben hakan olunca, gündüz oturmadım, gece uyumadım. Türk milleti açtı doyurdum, çıplaktı giydirdim, fakirdi zengin ettim.”

Türk milleti de hakanını kaybettiği zamanlar “Devletli bir millettim devletim ve şevketim[49] hani? Hakanlı bir millettim hakanım hani? Hangi hakana işi­mi, gücümü vereyim?” diye sızlanırdı. Milletle hakan arasındaki münasebetin ne kadar samimi olduğu bu nakillerden anlaşılabilir. İşte eski Türklerde vatani ahlak bu derecede yüksekti.

Türklerin bundan sonra da en ziyade kıymet verecekleri ahlak, vatani ahlak olmalıdır. Çünkü, içtimai[50] zümreler arasında tam ve müstakil[51] bir hayata malik[52] olan ve bir içtimai uzviyet[53] mahiyetini[54] ibraz eden ancak (millet) yahut (vatan) namları verilen zümredir. Aileler bu içtimai uzviyetin hücreleri, mesleki zümreler ise uzuvlarıdır. Milletten daha geniş olan (ümmet) ve (beynel- mileliyet[55]) gibi zümrelere gelince, bunlar cemiyet mahiyetinde değil, cemi­yetlerden mürekkep birer camialar mahiyetindedirler. Bu zümrelerden her biri yalnız bir hususta müşterek iken, bir millet her hususta fertleri arasında iştirak bulunan bir zümre demektir. O hâlde, millet mefkûresi[56], sair[57] zümrelere ait mefkûrelerden, mesela aile mefkûresinden, meslek mefkûresinden, ümmet mefkûresinden, medeniyet ve beynelmileliyet mefkûrelerinden daha yüksektir. Bu sebeple, vatani ahlakın da, sair ahlaklara faik[58] olması lazım gelir.

Bilhassa, bizim gibi siyasi düşmanları çok bulunan milletler için, en büyük isti- nadgah[59] vatani ahlak olabilir. Vatani ahlakımız kuvvetli bulunmazsa ne istik­lalimizi, ne hürriyetimizi, ne de vatanımızın tamamiyetini muhafaza edemeyiz. O hâlde Türkçülük her şeyden ziyade (millet) ve (vatan) mefkûrelerine kıymet vermelidir.

Mesleki Ahlak

Vatani ahlaktan sonra, mesleki ahlak gelir. Eski Türkler mesleğe (yol) derler­di ve yolda büyüğü, soyda büyükten ileri sayarlardı. Bektaşilerin (Belden gelen seyyid[60] değil, il’den gelen seyyiddir) demeleri de, (yol)un (soy)dan akdem[61] olduğunu gösterir. Eski bir darb-ı mesel[62] (Yoldaşların babanın obasına akın ederlerse de sen de beraber akın et) diyor ki bu da yoldaşların soydaşlardan daha ilerde olduğunu gösterir. Eski Türklerde idare eden sınıf (torunlar, kamlar, buyruklar, bitikçiler) namıyla dört yola ayrılmıştı. Sonraları, Osmanlı devrin­de bunlardan (mülkiye, ilmiye, seyfiye, kalemiye) namları verilen dört tarik[63] vücuda geldi. İktisadi meslekler de bunlardan ayrı olarak mevcuttu. Anadolu Selçukilerinin son zamanlarında (Ahiler) tarikatı, mesleki teşkilatları (fütüvvet) şiarına[64] istinad[65] eden zaviyeler[66] hâlinde teşkil etti. Fütüvvetin lugavi[67] manası (babayiğitlik)tir. Istılahi[68] manası (dünyada ve ahirette halkı nefsine tercih ve takdim eylemek)tir. Osmanlı devrindeki (esnaf loncaları ve kethüda- lıkları) bu eski Ahiler teşkilatının devamından ibarettir.

Eski devirde bu nevi esnaf teşkilatı nahiyevi[69] bir mahiyeti haizdi[70]. Yani her şehrin esnaf loncaları kendisine mahsustu. Nahiyevi iktisat devrinde, bu esnaf loncaları faydalı bir role maliktiler[71]. Fakat nahiye iktisadı yerine, millet iktisa­dı kaim[72] olunca, bu loncalar muzır[73] bir mahiyet iktisab[74] ettiler. Çünkü, nahiye iktisadı devrinde nahiyevi loncalar normaldi. Millî iktisat devrinde ise ancak millî loncalar faydalı olabilirlerdi. İşte, bu sebepten dolayıdır ki bugün eski esnaf loncalarını idameye çalışmak doğru değildir. Onları yıkarak, yerlerine merkezleri devlet merkezinde olmak üzere millî loncalar yapıp ikame etmelidir.

Mesela, debbağ[75] esnafını alalım: Her şehirde bir debbağ loncası teşkil etmeli. Fakat, başına bir şeyh yahut kethüda değil, bir katib-i umumi[76] geçirmeli. Her şehirde bütün loncaların murahhaslarından[77] mürekkep[78] bir heyet-i mer- keziye[79] yaparak buna (İş Borsası) adını vermeli. Bunun vazifesi o şehirdeki bütün loncaların müşterek olan işlerini görmek ve şehrin iktisadi hayatını tan- zim[80] etmektir.

Yine debbağ loncasına gelelim. Her şehirde bir debbağ loncası teşekkül[81] ettik­ten sonra bunlar aralarında federasyon yaparak devlet merkezinde bir (Debbağ Federasyonu Merkez-i Umumisi[82]) vücuda getirirler. Aynı zamanda, devlet merkezinde, bunun gibi sair[83] loncaların federasyonlarının merkez-i umu­mileri de vücuda gelir. Devlet merkezinde bu merkez-i umumilerin intihab[84] ettikleri murahhaslar[85] ictima[86] ederek, bir loncalar federasyonu vücuda ge­tirirler ve bu konfederasyonun meclis-i umumisi azalarını intihab ederler. Bu zihni meslekler müntesibleri[87] de, birer mesleki federasyon hâline girerek bu konfederasyona iltihak[88] ederler. O zaman bütün mesleki zümreler, munta­zam bir ordu hâlinde birleşmiş olurlar.

Bu teşkilatın vücuda gelmesi mesleki ahlaka bir müeyyide[89] temin eder. Çün­kü bizde henüz mesleki zümrelere mahsus bulunan mesleki ahlakların hiçbir müeyyidesi yoktur. Her fert hayatını bir tabibe, hukukunu bir avukata, servetini bir katip-i adle[90], çocuğunu bir muallime, diyanetini istifta[91] ettiği bir müf­tüye tefviz[92] ediyor. Bu tefvize mukabil onları vazifeperverliğe icbar[93] için elinde hiçbir teyid[94] kuvveti yoktur. Mamafih[95], herhangi bir fert hayatını, hukukunu, servetini, evladını, esrarını tevdi[96] ettiği bu adamları hiçbir suretle kontrol edemezse de, mesleki zümreler kendi meslektaşlarını kontrol edebilirler. İşte böyle bir kontrol içindir ki, her meslek, kendi meslektaşları için bir (vazi- fename) tanzim eder ve bir (Haysiyet Divanı) tesis eder. Vazifename, mesleki ahlakın kaidelerini gösterir. Haysiyet Divanı da mesleki ahlakın bu kaidelerine riayet etmeyen meslektaşlar hakkında tembih, tevbih[97], muvakkaten[98] veya müebbeden sanatını icradan men cezalarından birini hükmeder. İşte mesleki heyetlerin bu nevi kontrolü, umum vatandaşların mütehassıslar[99] tarafından uğrayabilecekleri zararlara mani olur.

Mesleki teşkilatın bir faydası da aynı hırfete[100] mensup bulunan yoldaşlar ara­sında teavün[101] sandıkları vücuda getirmek, loncaya mensup ihtiyarları, sa­katları, hastaları, yetimleri ve dulları bu sandıktaki paralarla iaşe[102] etmektir. Çocukların terbiyesi ve gençlerin teknikçe yükseltilmesi de bu teavün vazifele­rinden maduddur[103]. Bundan başka, mesleki federasyonlar, kendi hırfetlerinin terakkisi[104] için de para sarf ederler ve çalışırlar. Mesela, sanayi memleketlerin­den mütehassıs celbi[105], sanayi memleketlerine talebe izamı[106], müşterek ma­kineler ve sair levazım getirmek ve istihsal[107] yahut istihlak[108] kooperatifleri teşkil etmek gibi işler, her hırfetin iktisaden yükselmesini temin edecek teşeb­büslerdendir.

(Millî Tesanüdü[109] Kuvvetlendirmek) faslında mesleki ahlakın husule[110] ge­tireceği tesanüd hakkında tafsilat[111] mevcut olduğundan, burada bu kadarla iktifa[112] edildi.

Aile Ahlakı

Eski Türklerde ailenin dört derecesi vardı: Boy, soy, törkün, bark.

Boy- Eski Oğuzlarda aile adı, (boy) ismiydi. Fakat, Avrupa’daki aile adlarının aksine olarak, küçük addan evvel gelirdi. “Salur Kazan, Bügdüz Emen, Kayan Selcük” isimlerinde birinci kelimeler boy adı olup ikinci kelimeler küçük addır.

Bu isimleri (Korkut Ata) kitabında görüyoruz. Mahmut-ı Kaşgari de Divan-ı Lûgat’ında diyor ki bir adamın kim olduğu anlaşılmak istenildiği zaman “Hangi boydansın?” diye sorulur. Mamafih[113], boy adının küçük addan sonra geldiği de vakidir[114]. (Yunus İmre)deki İmre kelimesi, Oğuz ilinin (İmre) boyundan başka bir şey değildir.

Oğuzlarda her boyun, kendisine mahsus bir (damga)sı, bir (ongun)u, bir (sü- nük)ü vardır. (Türk Töresi’ne müracaat) Oğuzlarda her boy sürüleriyle hazi- nelerini kendi damgalarıyla nişanlardı. Yakutlarda (boy)a (sip) adı verilir. Bu kelime Anadolu Türkçesinde (sop) şeklini almıştır. Yakutlarda (sip)in fertleri arasında iktisadi bir müşareket[115] mevcuttur. Bir adam, mensup bulunduğu si- pin içinde istediği evde saatlerce oturup uyuyabilir. Demek ki bir ferdin kendi boyu dâhilinde her evde tasarruf salahiyeti[116] vardır. Arazinin mülkiyeti (sip) e aittir. Küçük aileler, bu müşterek araziyi zuğlara[117] taksim ederek, ayrı ayrı ekebilirler. Fakat mülkiyeti daima müşterektir. Ve icabında yeni taksimlere ta­bidir. Cengiz yasasına göre kırkar hanelik her zümrede senevi dört izdivaç vuku bulması lazımdı. Delikanlılar fakir ise, bu zümreler nakden yardım ederek on­ların evlenmesini kolaylaştırırdı. Her kırk hanede dört izdivaç vukua gelmezse rüesa[118] mesul olurlardı. Bu zümreler boylardı. Türklerde iki türlü akrabalık ıstılahları[119] vardı: Biri boya, yani seciyeye[120] mahsustu: Her fert boy dâhilin­de kendisinden büyük olan bütün erkeklere (ici) kendisinden büyük olan bü­tün kadınlara (aba) unvanlarını verirdi. Kendisinden daha küçük olan erkeklere (ini), kendisinden daha küçük olan kızlara (singil) adlarını verirdi. Kendisiyle yaşıt olan erkeklere de (atı) ismini verirdi.

Bu kelimeler de sonraları birtakım tahavvüllere[121] uğradı. Oğuzlar (ici) yerine (ağa) kelimesini, (aba) kelimesi yerine de (abla) kelimesini ikame ettiler. (Atı) kelimesi de (ata) şeklini alarak başka manalara delalet etti. Boyun hem (ana boyu), hem de (baba boyu) şekilleri vardı.

Soy- Soy Latinlerin (kogna), Almanların (zippe), Fransızların (parantel) adları­nı verdikleri zümredir. İleride göreceğimiz (törkün) zümresinin haricinde kalan amcazade, dayızade, teyzezade, halazade gibi canibi[122] akrabanın mecmuu- dur[123]. Soyda, hem ana cihetinden[124], hem de baba cihetinden akraba olanlar dâhildir. Birincilere (ana soyu), ikincilere (baba soyu) denilir.

Eski Türklerde ana soyuyla baba soyu kıymetçe birbirine müsaviydi[125]. Ana so­yuyla baba soyunun müsavatını[126] bazı müesseselerde[127] bariz bir surette gö­rüyoruz:

Eski Türklerde asalet yalnız baba cihetinden muteber değildi. Ana cihetinden de asalet aranırdı. Bir adamın tam asil olması için, hem baba cihetinden, hem de ana cihetinden asil olması lazımdı. Bugün bile, Harezm’deki Türkmenlerde bir kız hem babası, hem de anası Türkmen olmayan bir erkeğe varamaz. Çünkü bir adamın yalnız babasının Türkmen olması, asil olması için kâfi değildir. Tama­mıyla asil olması için, mutlaka anası da Türkmen olmalı.

Sülalelerin teşekkülünden[128] sonra da, bu iki türlü asalet devam etti. Bu devir­de, baba tarafından prens olanlara (tegin), ana tarafından prens olanlara (inal) unvanları verilirdi.

Bir şehzadenin hakan olabilmesi için onun hem tegin, hem de inal olması; yani hem baba, hem de ana cihetinden sülaleye mensup bulunması lazımdı. İran’ın Kaçar sülalesinde bu kaide hâlâ caridir[129].

Eski Türklerde sülale içinde (soyda büyük) olan şehzade hükümdar olurdu. Os­manlı hanedanında da kaide böyle idi. Hâlbuki gerek Avrupa’da gerek Mısır’da, evde büyük olan şehzade hükümdar olur. Boy devri geçtikten sonra soy isimleri aile ismi olmaya başladı: Çapanoğulları, Kozanoğulları gibi.

Törkün- Mahmut-ı Kaşgari’ye göre bir hanede oturan asıl aileye, eski Türkler (törkün) derlermiş. Törküne ait karabet[130] ıstılahları[131] boy içindeki karabet ıstılahlarının aksine olarak ferdi karabeti gösterirler:

akan = baba

öke = ana

er = zevc

konçuy = zevce

urı oğul = erkek evlat

kız oğul = kız evlat

Durkaym’ın[132] yaptığı aile tasnifine göre, bu zümreye (pederî aile) diyebiliriz.

Pederî aile, pederşahi[133] aileden çok farklıdır. Pederî ailede, babanın zevcesi ve çocukları üzerinde yalnız demokratik bir velayeti vardır ki buna (pederane ve­layet) ve (zevcî velayet) adları verilir. Pederşahi ailede ise aile reisinin gerek ev­latları, gerek zevcesi üzerinde (sulta)sı, yani (sultanlık hakkı) vardır. Evlatlarıyla beraber zevcesi ve aileye dâhil bulunan sair[134] fertler, aile reisinin adi malları ve mülkleri mahiyetinde idi. Bunları isterse satar, isterse öldürürdü; isterse bir başkasına hibe ederdi.

(Törkün) Türklerce baba ocağı dediğimiz şeydir. Aile mağbudu[135] bu ocakta barındığı için, ocağın ateşi hiç sönmemek icap ederdi. Bundan dolayıdır ki, bü­yük ve ortanca kardeşler, evlenerek törkünü terk ettikten sonra, törkünde ocak bekçisi olarak küçük kardeş kalırdı. Muayyen[136] zamanlarda baba ocağında toplanılarak ecdada hürmet ayinleri yapılırdı. Türkler, yurt gibi ocağı da unut­mazlardı. Yurttan ve ocaktan uzaklaşmakla beraber, (yurt ocak) muhabbeti on­larda kuvvetli bir rabıta[137] hükmünde idi.

Bark- Eski Türklerde, bir delikanlı evlenecek yaşa gelince, bir kahramanlık im­tihanı geçirerek, il meclisinden yeni bir ad alırdı. Bu suretle (ildaş) mahiyetini, (erkek=ermiş) kıymetini iktisap[138] ederek vatandaş hukukuna malik[139] olur­du. Binaenaleyh babasının velayet-i hassasından[140] çıkarak, hakanının velayet-i ammesi[141] altına girerdi. Bu delikanlı, ailesinin emvalinden[142] hissesini almak için, babasının, anasının ölmesini beklemezdi. Evleneceği sırada, aile emvalin­den mirasını peşinen alırdı. Alacağı kız da (yumuş) namıyla bir cihaz[143] geti­rirdi. Bu cihaz ebeveyninin ve akrabasının verdiği hediyelerden mürekkepti[144].

Gelinle güvey mallarını birleştirerek, müşterek bir ev sahibi olurlardı. Bunlar ne erkeğin baba ocağında, ne de kızın törkünü nezdinde oturmazlar, yeni bir ev kurar­lardı. Bundan dolayıdır ki Türklerde, her izdivaçtan yeni bir ev doğardı. İzdivaca (evlenmek) ve (ev bark sahibi olmak) denilmesi de bundan dolayıdır. Teke’lerde, gelinle güveyin çadırı yeni yapıldığı için beyazdır. Bu sebeple ona (ak ev) denilir. Sair[145] çadırlarsa zamanla esmerleşmişlerdir. Eski Türklerde, ev, Araplarda olduğu gibi yalnız zevcin[146] değildi, zevc ile zevcenin müşterek malıydı. Bu sebeple evin erkeğine (od ağası) denildiği gibi, evin hanımına da (ev kadını) unvanı verilirdi.

Törkünün perisi ocakta barındığı gibi, ak evin perisi de barkta yaşardı. Evin pe­rileri, biri kocaya, diğeri karısına ait olmak üzere iki tane idi. Birinciye (od ata), ikinciye (od ana) derlerdi. Gelin her sabah bir parça tereyağı ocağa atar ve (od ana, od ata!) diye dua ederdi.

Otağın sağında güvey, solunda gelin otururdu. Sağda kısrak memeli, solda inek memeli olmak üzere iki sanem[147] vardı. Sağdakine (ev sahibinin kardeşi), sol- dakine (ev sahibesinin kardeşi) denilirdi. Bunlar koca ile karısının totemleri idi.

Eski Türklerde (eşik) de mukaddesti. Yabancı bir adam eşiğe basarsa çarpılırdı. Evlerin taarruzdan masuniyeti[148] kaidesi, eşiklerin bu kutsiyetinde dinî bir mü- eyyide[149] bulmuştu.

Türk Feminizmi- Eski Türkler, hem demokrat, hem de feminist idiler. Zaten, de­mokrat olan cemiyetler, umumiyetle feminist olurlar. Türklerin feminist olmasına başka bir sebep de, eski Türklerce Şamanizmin kadındaki kutsi kuvvete istinad[150] etmesi idi. Türk Şamanları, sihir kuvvetiyle harikalar gösterebilmek için, kendilerini kadınlara benzetmeye mecbur idiler. Kadın elbisesi giyerler, saçlarını uzatırlar, sesle­rini inceltirler, bıyık ve sakallarını tıraş ederler, hatta gebe kalırlar, çocuk doğururlar­dı. Buna mukabil, (Toyonizm) dinî de erkeğin kutsi kuvvetinde (kutunda) tecelli[151] ederdi. (Toyonizm) ile (Şamanizm)in kıymetçe müsavi[152] olması, hukukça erkek ve kadının müsavi tanınmasına sebep olmuştu. Hatta, her işin gerek Toyonizme ve ge­rek Şamanizme istinad[153] etmesi lazım geldiğinden, her işe ait ictimada[154] kadınla erkeğin beraber bulunması şarttı: Mesela, velayet-i amme[155], hakan ile hatunun her ikisinde müştereken tecelli ettiği için bir emirname yazıldığı zaman (hakan emredi­yor ki) ibaresiyle başlarsa muta[156] olmazdı. Muta olması için, behemehal[157] (hakan ve hatun emrediyor ki) sözü ile başlaması lazımdı. Hakan tek başına, bir elçiyi hu­zuruna kabul edemezdi. Elçiler ancak sağda hakan ve solda hatun oturdukları bir zamanda, ikisinin birden huzuruna çıkardı. Şölenlerde, kinkeşlerde kurultaylarda, ibadetlerde ve ayinlerde, harp ve sulh[158] meclislerinde, hatun da mutlaka hakanla beraber bulunurdu. Kadınlar, tesettüre ait hiçbir kayıt ile mukayyet[159] değildiler. Hakanın hükûmette şeriki[160] olan hatuna (Türkan) unvanı verilirdi. Hatun, hakan sülalesine mensup umum prenseslerin müşterek unvanıydı. Türkanın da, beheme- hal[161] hatunlardan olması lazım geldiğinden, ona da sadece (hatun) denilebilirdi.

Eski Türklerde (zevce) yalnız bir tane olabilirdi. Emperyalizm devirlerinde ha­kanların ve beylerin bu hakiki zevceden maada[162]; (kuma) namıyla başka illere mensup odalıkları da bulunabilirdi. Fakat, bu kumalar, hakiki zevce mahiyetin- de[163] değildiler. Türk töresi, bunları resmen zevce tanımazdı. Bunlar âdeta bir nevi hile-i şeriye[164] ile ailenin içine girmişlerdi. Kumaların çocukları öz annele­rine (Anne!) diye hitap edemezler, (Teyze!) diye çağırırlardı. (Anne!) hitabını münhasıran[165] babalarının hakiki zevcesine teveccüh edebilirdi[166]. Aynı za­manda, kumaların çocukları mirasa da nail olamazlardı[167]. Kumaların oğulları -babaları hakan bulunsa bile- asla hakan olamazlardı. Kumaların, hatunlardan farkı şudur ki, kumalar, hakanın kendi ilinden değildiler. Hatun ise hakanın kendi ilinden idi. Kuma, Çin prenseslerinden ise, (konçuy) namını alırdı. Kon- çuy, sair[168] kumalara takaddüm ederdi[169], fakat konçuyların fevkinde[170] de (hatun) vardı. Moğol devrinde, hatunlar da taaddüd etmeye[171] başladı. Fakat, bunlardan yalnız bir tanesi (Türkan) yani (Melike) payesinde bulunurdu.

Eski Türklerde, kadınlar umumen[172] (Amazon) idiler. Cündilik[173], silahşör- lük, kahramanlık Türk erkekleri kadar Türk kadınlarında da vardı. Kadınlar, doğrudan doğruya, hükümdar, kale muhafızı, vali ve sefir olabilirlerdi.

Alelade ailelerde de, ev müştereken, karı ile kocanın ikisine aitti. Çocuklar üzerindeki velayet-i hassa[174], baba kadar, anaya da aitti. Erkek daima karısına hürmet eder, onu arabaya bindirerek kendisi arabanın arkasında, yaya yürürdü. Şövalyelik, eski Türklerde umumi bir seciye[175] idi. Feminizm de, Türklerin en esaslı şiarı[176] idi. Kadınlar, emvale[177] tasarruf ettikleri gibi, dirliklere, zeamet- lere[178], haslara, malikânelere de malik[179] olabilirlerdi. Eski kavimler arasında, hiçbir kavim Türkler kadar, kadın rehtine[180] [reht=sexe] hukuk vermemişler ve hürmet göstermemişlerdir. Ana soyuyla baba soyunun müsavatı[181] (Soy) faslın­da zikredildiğinden burada tekrarına lüzum yoktur.

Rahti[182] Ahlak

Eski Türklerde rehti ahlak da çok yüksekti. Yakutlarda, Yunanlıların (Venüs) üne mukabil bir (veludiyet[183]) ilahesi vardır ki (Ayzıt) tesmiye olunur[184].

Bu ilahe, kadınlar doğuracağı zaman imdatlarına yetişir; onların kolayca do­ğurmasına yardım eder; üç gün lohusanın başucunda bekledikten sonra, mai­yetindeki dere, tarla, ağaç, çiçek perileriyle semanın üçüncü katındaki sarayına avdet[185] eder.

Mamafih[186], Ayzıt’ın hiç müsamaha kabul etmeyen bir şartı vardır: İsmetini[187] muhafaza etmemiş olan kadınların yardımına, ne kadar tazarrularda[188] bulu­nurlarsa bulunsunlar ve ne kadar kıymetli kurbanlar ve hediyeler takdim eder­lerse etsinler – bir türlü gelmez.

Bundan başka Ayzıt’a mahsus bir yaz bayramı vardır. Bu bayramın sabahında evlerin her tarafı son derece temiz ve süslü bir hâle konulur. Her fert en güzel elbisesini giyer. En çok sevdiği yemekler hangileri ise, onları yer. Herkesin yüzü mutlaka beşuş[189], şen ve tebessümlü olur. Bu sırada, Ak Şaman, elinde sazı ol­duğu hâlde gelir. [Kış ayinlerini Kara Şaman, yaz ayinlerini Ak Şaman icra eder] dokuz genç kızla dokuz delikanlı seçerek bunları ikişer ikişer el ele tutturarak asker gibi dizer. Ve kendisi sazını çalarak onları semaya çıkıyorlarmış gibi ileri doğru yürütür. Sazını çalarken, Ayzıt hakkındaki ilahiler de terennüm eder[190]. Bu bedii[191] alay, güya üçüncü kat göğe geldikleri zaman, Ayzıt’ın sarayını mu­hafaza eden yasakçılar ellerinde gümüş kırbaçlar olduğu hâlde, meydana çıkar­lar. Alay içinde ismetçe kusuru olanlar varsa, onları geri çevirerek diğerlerinin

Ayzıt’ın sarayına girmesine müsaade ederler. İşte, ismetin[192] bu dinî müeyyi- deleri[193], eski Türklerde, rahti[194] ahlakın yüksek olduğu ve erkekle kadının bu ahlakla aynı derecede mükellef olduğunu gösteriyor.

Eski Türk kadınları, tamamıyla hür ve serbest oldukları hâlde, havai[195] işlerle iştigal etmezlerdi[196]. (Ahlâk-ı Alâî) kitabında yazıldığına göre Selçukî pren­seslerinden birisi Kazvin şehrinin sahibesi idi. Her sene ilkbaharda, bu şehrin kenarına gelerek yeşil bir çemenzarda[197] otağını kurardı. Bir sene, Kazvinliler, şehre umumi bir lağım yaptırmak üzere aralarında iane[198] toplamışlardı. Lazım gelen miktara baliğ olmak[199] için daha bir miktar altına ihtiyaç vardı. Şehirliler bu parayı da Hanım Sultan’dan istemeye karar vererek ileri gelenlerden bir he­yeti Hanım Sultan’ın huzuruna gönderdiler. Bu heyet, otağa yaklaşınca, otağın önündeki bir sandalye üzerinde oturan Hanım Sultan’ın, bir örgü örmekte ol­duğunu görünce, “Bu hasis[200] kadının bize para vermesine imkân yoktur” diye geldiklerine pişman oldular. Fakat, Hanım Sultan tarafından görüldükleri için geri dönmeleri de kabil[201] değildi. İster istemez, sultanın huzuruna geldiler ve ahalinin teklifini arz ettiler. Sultan, bütün masarif[202] kendisi tarafından verile­ceğinden, toplanan ianelerin[203] sahiplerine iadesini emretti ve hazinedarını ça­ğırtarak lağımlar için lazım gelen bütün paraları heyete teslim etti. Heyet için­deki bir ihtiyar sultana elindeki örgü işinden dolayı zihinlerine hutur eden[204] haksız şüpheyi arz etti. Hanım Sultan şu cevabı verdi: Evet, benim el işiyle meşgul olduğumu gören bütün İranlılar taaccüp[205] ediyorlar. Hâlbuki, benim ailem içinde bütün kadınlar, benim gibi, daima el işiyle uğraşırlar. Biz sultanlar, böyle el işiyle uğraşmazsak ne ile meşgul olacağız? Hevaiyat[206] ile mi? Böyle bir şey bizim soyumuza yakışmaz. Biz, saltanat işlerinden farig olduktan[207] sonra, boş kalmamak için, fakir kadınlar gibi, hep el işleriyle ve ev işleriyle uğraşırız. Bu hareket, soyumuz için, bir şeyn[208] değil, belki büyük bir şereftir.”

İşte, eski Türk kadını böyle düşünür ve böyle hareket ederdi.

İstikbalde Aile Ahlakı Nasıl Olmalı?

Türklerin, gerek aile ahlakında ve gerek rahti[209] ahlakta ne kadar yüksek ol­duklarını yukarıki fasıllarda[210] gördük. Hâlihazırda, Türkler tamamıyla bu eski ahlakı kaybetmişlerdir. İran ve Yunan medeniyetlerinin tesiriyle, kadınlar, esa­rete düşmüşler, hukukça dun[211] bir derekeye[212] inmişlerdir. Türklerde, millî hars[213] mefkûresi[214] doğunca, eski törelerin bu güzel kaidelerini hatırlamak ve diriltmek lazım gelmez miydi? İşte, bu sebepledir ki memleketimizdeki Türkçü­lük cereyanı doğar doğmaz, feminizm mefkûresi de beraber doğdu. Türkçülerin hem halkçı, hem de kadıncı olmaları, yalnız, bu asrın bu iki mefkûreye kıymet vermesinden dolayı değildir; eski Türk hayatında demokrasi ile feminizmin iki başlıca esas olması da bu hususlarda büyük bir amildir[215].

Başka milletler, asri[216] medeniyete girmek için, mazilerinden uzaklaşmaya mec­burdurlar. Hâlbuki, Türklerin asri medeniyete girmeleri için, yalnız eski mazi­lerine dönüp bakmaları kâfidir. Eski Türklerde, dinîn zühdi[217] ayinlerden ve menfi[218] ibadetlerden ari[219] olması, taasuptan[220] ve din inhisarcılığından[221] azade[222] bulunması, Türkleri gerek kadınlar hakkında, gerek sair[223] kavimler hakkında çok müsaadekâr[224] yapmıştı. Eski Yunanîlerin medeniyette muallim­leri İskitler, eski Keldanilerin Sümerler olduğu gibi. Eski Cermenlerin[225] üstat­ları ve mürebbileri[226] de Hunlardı. İstikbalde bi-taraf[227] bir tarih, demokrasi ile feminizmin Türklerden doğduğunu itirafa mecbur olacaktır. O hâlde, istik­baldeki Türk ahlakının esasları da millet, vatan, meslek ve aile mefkûreleriyle[228] beraber demokrasi ve feminizm olmalıdır.

Medeni Ahlak ve Şahsi Ahlak

Durkaym’a göre, ahlaki vazifelerin gayeleri fertler değil, zümrelerdir. Millet, meslek ve aile zümrelerinin ahlaki vazifelere ve mefkûrelere ne suretle gaye ol­duklarını gördük. Fakat bunlardan başka, hududu[229] muayyen[230] olmayan bir zümre daha vardır ki buna (medeniyet zümresi) denilir ve fertler işte, bu züm­reye mensup oldukları için, zümrenin gaiyetine[231] iştirak ederler. Medeniyet zümresi ibtida[232], bir semiye[233] hâlinde başlar. İbtidai[234] cemiyetlerde, bir fert için muhterem ve hukuk sahibi olan fertler yalnız kendi semiyesine mensup olan insanlardı. Bundan dolayıdır ki bu cemiyetlerde, semiyenin dâhilinde kan davası takip olunamazdı. Çünkü, semiye bir sulh[235] dairesiydi. İbtidai[236] ce­miyetler tekamül[237] ettikçe, bu sulh dairesi semiyeden[238] frateriye[239], frateri- den aşirete, aşiretten müttehideye[240], müttehideden medineye[241], medineden, kavmî devlete, kavmî devletten imparatorluğa intikal ederek gittikçe genişledi. Sulh dairesi genişledikçe, hukuka sahip ve ahlaki vazifelere gaye olan fertlerin miktarı da bu dairelerle beraber arttı. İşte bu suretle bazılarının şahsi ahlak, ba­zılarının da medeni ahlak tesmiye ettikleri[242], ahlak şubesi dairesini genişletti.

Medeni ahlakın menfi[243] ve müspet[244] olmak üzere iki türlü gayesi vardır. Menfi gayesinde esas (adalet)tir. Adalet, fertlere hiçbir suretle tecavüz edilme­mektir. Müspet gayesinin esası ise şefkattir. Şefkat, fertlere daima iyilik etmektir. Medeni ahlakın ikinci bir müspet gayesi daha vardır ki o da, yapılan mukavelele- re[245] sadık kalmaktır. Eski Türklerde Gök Tanrı sulh[246] ilahı olduğu gibi, aynı zamanda adalet ve şefkat ilahı idi. Bundan başka, Türklerin bu faziletlerde ne derece yüksek olduğunu Türk tarihi göstermektedir.

Medeni ahlak, bilhassa fertlerde, şahsiyetin yüksek olmasına istinad[247] eder. Eski Türklerin dinînde, şahsiyeti gösteren timsaller de vardır. Yakutlara göre, her insanda (tin) namı verilen maddi ruhtan başka, üç türlü manevi ruh da var­dır: Bunlara (eş), (sur), (kut) namları verilir. (Eş), canlı ve cansız bütün mevcut­larda müşterektir[248]. (Sur), nefes alan mevcutlara yani hayvanlara mahsustur. (Kut) ise, yalnız insanla ata mahsustur. İnsanın kutlu olması, keramet ve şahsi­yet sahibi olması demektir. Kur’an-ı Kerim’de (Âdemoğullarını tekrim[249] ettik) buyuruluyor ki (İnsanları kutlu kıldık) demektir. Eski Türklerin esatirine[250] göre insanların ruhu, üçüncü kat gökte bulunan (Süt Gölü)nden alınırdı. Türk Şamanlarına göre insan ruhunun daima mefkûreye[251] ve yükseklere nazır ol­ması, aslının semaviliğinden[252] dolayı imiş. Bundan başka, her millet, teessüs ederken[253], Gök Tanrı bir altın ışık suretinde yeryüzüne inerek o milleti kendi ruhunun nefhiyle[254] ve nurunun ilkahıyla[255] kutlu kılardı.

Türk dinîni tamik[256] edersek medeni ahlaka esas olacak daha çok timsaller bulabiliriz. Bunların tafsilatını[257] görmek isterseniz (Türk Töresi) namındaki eserimize müracaat edinîz.

Görülüyor ki Türkçülüğün mühim bir gayesi de medeni ahlakı yükseltmektir. Vatani ahlaktan sonra, mesleki ahlak, mesleki ahlaktan sonra aile ahlakı geldiği gibi, aile ahlakından sonra da medeni ahlak gelir.

Beynelmilel[258] Ahlak

Fertlerin birbirine karşı hayırhah[259] ve hayırkâr[260] olması (medeni ahlak) namını aldığı gibi milletlerin birbirine hayırhah ve hayırkâr olmasına da (bey­nelmilel ahlak) namı verilir. Eski Türkler, sulh dinîne tabi oldukları için, başka milletlerin dinî, siyasi, harsî[261] mevcudiyetlerine hürmet ederlerdi. Hatta, ken­dilerine (iç il) ve başka milletlere (dış il) namlarını vererek, bütün milletleri bir sulh dairesi içinde, bir beynelmilel camia dâhilinde görürlerdi. Orhon Kitabe- si’nde de sair[262] milletlere (çölgi il) namı veriliyor ki (dış il) kelimesinin müte- radifidir[263]. Eski Türkler, bu (dış il) tabiriyle, beynelmileliyet mefhumunu[264] anladıklarını gösteriyorlar. Çünkü (il) kelimesi eski Türkçede (sulh dairesi) manasına idi. Her milletin bir iç il olması, dâhili bir sulh dairesi teşkil etmesin- den[265] ibaretti. Mamafih[266], bu iç il, diğer milletlere de, yabancı nazarıyla bak­maz, onları da birer (il), yani (sulh mabedi) hâlinde görürdü. Yalnız şu farkla ki kendisine (iç il) ve diğerlerine (dış il) namını verirdi.

Eski Türklerin mağlup milletlere, sonradan kapitülasyon namıyla başına bela olan fevkalade müsaadeler ihsan etmeleri[267], Türk harsındaki beynelmileliyet- çiliğin[268] bir neticesidir. İstikbalde, Milletler Cemiyeti, şimdiki gibi yalandan değil, gerçekten teşekkül eder[269] ise, bunun en samimi azası[270], hiç şüphesiz Türkiye Devleti ve Türk milleti olacaktır. Çünkü, istikbale ait bütün tekemmül- ler[271], cürsume[272] hâlinde Türk’ün eski harsında[273] mevcuttur.

Hulasa[274], her milletin yeryüzünde icra edeceği tarihî ve medeni bir misyonu vardır. Türk milletinin misyonu ise, ahlakın en yüksek faziletlerini fiiliyat[275] sahasına çıkarmak, en gayr-ı mümkün[276] zannolunan fedakârlıkların ve kahra­manlıkların mümkün olduğunu ispat etmektir.

Ziya Gökalp

[1] ihrâz: kazanma

[2] bedî’iyyât: estetik

[3] mâ-ba’de’t-tabîiyye: fizikötesi, metafizik

[4] meşher: sergi

[5] ictimâî: sosyal

[6] muhtâriyet: kendi kendine hareket edebilme serbestliği

[7] fevk: üst

[8] ‘âlîcenâb: cömert

[9] mazhar: bir şeyin göründüğü, çıktığı yer

[10] ahlâkiyet: ahlaklılık

[11] mebhas: bab, fasıl

[12] ta’alluk: ilgili olma

[13] mefkûre: ülkü

[14] beyne’l-milel: milletlerarası

[15] yurt-ı aslî: ana yurt

[16] mü’essis: kurucu

[17] ibtidâ’: ilkin, en önce

[18] beis: kötülük

[19] salâhiyyet: yetki

[20] binâen aleyh: bundan dolayı

[21] mu’azzez: kıymetli, değerli

[22] istidlâl: delil ile anlama

[23] hars: kültür

[24] darb-ı mesel: atasözü

[25] mukadderât: alın yazısı

[26] mürekkeb: iki veya daha çok şeylerin karışmasından meydana gelen

[27] ilhân: Moğol hükümdarlarına verilen unvan

[28] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[29] müşâvere: danışma, bir iş üzerinde konuşma

[30] intihâb: seçme, seçilme

[31] hal’: tahttan indirme

[32] müsâvât: eşitlik

[33] te’essüs: yerleşme

[34] müsâvî: eşit

[35] mürekkeb: iki veya daha çok şeylerin karışmasından meydana gelen

[36] tâbiiyet: uyruk

[37] melik: padişah, hükümdar

[38] şâd: sevinçli

[39] sâir: diğer, başka

[40] ibka’: sürekli kılma, yerinde bırakma

[41] ilhân: eskiden Moğol hükümdarlarına verilen unvan

[42] sulh: barış

[43] nâşir: neşreden, dağıtan, saçan, yayan

[44] iktifâ’: yetinme, aza kanaat etme

[45] imtinâ’: çekinme, geri durma

[46] müsâvât: eşitlik

[47] tecellî: görünme, belirme

[48] fasl: bölüm

[49] şevket: büyüklük, heybet

[50] ictimâî: sosyal

[51] müstakil: başlı başına, kendi başına, bağımsız

[52] mâlik: sahip

[53] ‘uzviyyet: canlılık, organizma

[54] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[55] beyne’l-mileliyet: milletlerarasılık

[56] mefkûre: ülkü

[57] sâir: diğer, başka

[58] fâik: üstün

[59] istinâd-gâh: dayanacak, sığınacak yer

[60] seyyîd: efendi, bey, baş

[61] akdem: önce, evvel

[62] darb-ı mesel: atasözü

[63] tarîk: yol

[64] şi’âr: prensip

[65] istinâd: dayanma, güvenme

[66] zâviye: küçük tekke, köşe

[67] lugavî: sözlüğe mensup

[68] ıstılâhî: tabirle, terimle ilgili

[69] nâhiyevî: bölgesel

[70] hâiz: sahip, taşıyan

[71] mâlik: sahip

[72] kâim: geçme

[73] muzırr: zararlı, zarar veren

[74] iktisâb: kazanma, edinme

[75] debbağ: deri terbiye eden kimse, derici

[76] kâtib-i ‘umûmî: genel sekreter

[77] murahhas: delege

[78] mürekkep: oluşmuş

[79] heyet-i merkeziyye: merkez heyeti

[80] tanzîm: düzenleme

[81] teşekkül: kurulmak

[82] Debbâğ Federasyonu Merkez-i ‘Umûmîsi: Dericiler Federasyonu Genel Merkezi

[83] sâir: diğer, başka

[84] intihâb: seçme

[85] murahhas: delege

[86] ictima’: toplanma

[87] müntesib: seçilmiş

[88] iltihâk: katılma

[89] müeyyide: yaptırım

[90] kâtib-i adl: noter

[91] istiftâ: fetva almak isteme

[92] tefvîz: sipariş etme, dağıtım

[93] icbâr: zorlama, zorlanma

[94] te’yîd: baskı

[95] ma’mâfîh: bununla birlikte

[96] tevdî: bırakma, emanet etme

[97] tevbîh: azarlama, paylama

[98] muvakkaten: geçici

[99] mütehassıs: uzman

[100] hırfet: sanat, meslek

[101] te’âvün: yardımlaşma

[102] i’âşe: geçindirme

[103] ma’dûd: sayılma

[104] terakkî: ilerleme

[105] celb: yazı ile çağırma

[106] i’zâm: gönderilme

[107] istihsâl: üretim

[108] istihlâk: tüketim

[109] tesânüd: dayanışma

[110] husûl: üreme, türeme, çıkma

[111] tafsîlât: açıklamalar

[112] iktifâ’: yetinme, aza kanaat etme

[113] ma’mâfîh: bununla birlikte

[114] vâki’: görülme

[115] müşâreket: ortaklık

[116] salâhiyet: yetki

[117] zûğ: dilim

[118] rü’esâ: başkan

[119] ıstılâh: terim

[120] seciye: karakter

[121] tahavvül: dönüşüm

[122] cânibî: yakın

[123] mecmû’: toplam

[124] cihet: taraf

[125] müsâvî: denk

[126] müsâvât: eşitlik

[127] müessese: kurum, kuruluş

[128] teşekkül: meydana gelme

[129] cârî: geçerli

[130] karâbet: akrabalık

[131] ıstılâh: terim

[132] Durkaym: Durkheim

[133] pederşâhî: ataerkil

[134] sâir: diğer, başka

[135] ma’bûd: tanrı

[136] mu’ayyen: belirli

[137] râbıta: bağ

[138] iktisâb: kazanma

[139] mâlik: sahip

[140] velâyet-i hâssa: özel otorite

[141] velâyet-i âmme: kamu otoritesi

[142] emvâl: mallar

[143] cihaz: çeyiz

[144] mürekkeb: terkip edilmiş, bileşik

[145] sâir: diğer, başka

[146] zevc: erkek

[147] sanem: put

[148] masuniyyet: eminlik, sağlamlık, korunma

[149] müeyyide: yaptırım

[150] istinâd: dayanma, güvenme

[151] tecellî: görünme, belirme

[152] müsâvî: eşit

[153] istinâd: dayanma, güvenme

[154] ictimâ’: toplanma

[155] velâyet-i âmme: kamu otoritesi

[156] mutâ’: itaat

[157] be-heme-hâl: her hâlde, elbette

[158] sulh: barış

[159] mukayyed: bağlı

[160] şerîk: ortak

[161] be-heme-hâl: her hâlde, elbette

[162] mâ’adâ: başka

[163] mâhiyyet: bir şeyin aslı, esası

[164] hîle-i şer’iye: şeriata uygun hile

[165] münhasıran: sadece

[166] teveccüh etmek: söyleyebilmek

[167] nâil olmak: sahip olmak

[168] sâir: diğer, başka

[169] takaddüm etmek: önde bulunmak

[170] fevkinde: üstünde

[171] ta’addüd etmek: çoğalmak

[172] ‘umûmen: bütün, hep

[173] cündîlik: binicilik

[174] velâyet-i hâssa: özel otorite

[175] seciyye: huy, tabiat, karakter

[176] şi’âr: prensip

[177] emvâl: mallar

[178] ze’âmet: Osmanlılar devrinde sipahilere verilen en büyük timar

[179] mâlik: sahip

[180] reht: cins

[181] müsâvât: eşitlik

[182] rahtî: cinsî

[183] velûdiyet: doğum

[184] tesmiyye olmak: adı verilmek

[185] ‘avdet: geri gelme, dönme

[186] ma’mâfîh: bununla birlikte

[187] ‘ismet: namus

[188] tazarru’: yalvarma

[189] beşûş: güler yüzlü

[190] terennüm etmek: söylemek

[191] bedî’î: güzel, güzellik

[192] ismet: namus

[193] müeyyide: yaptırım

[194] rahtî: cinsi

[195] havâî: boş

[196] iştigâl etmek: uğraşmak

[197] çemenzâr: çayırlık

[198] i’âne: yardım

[199] bâliğ olmak: ulaşmak

[200] hasîs: cimri, alçak

[201] kâbil: mümkün

[202] masarif: giderler

[203] iane: para

[204] hutûr etmek: takılmak

[205] taaccüb: şaşırma

[206] hevâiyât: boş işler

[207] fârig olmak: kurtulmak

[208] şeyn: ayıp

[209] rahtî: cinsî

[210] fasıl: bölüm

[211] dûn: aşağı, alçak

[212] dereke: derece

[213] hars: kültür

[214] mefkûre: ülkü, ideal

[215] ‘âmil: etmen

[216] ‘asrî: çağdaş

[217] zühdî: dinîn gereklerini yerine getirme

[218] menfî: olumsuz

[219] ‘ârî: uzak

[220] ta’assub: bağnazlık

[221] inhisârcılık: tekelcilik

[222] âzâde: bağımsız

[223] sâir: diğer, başka

[224] müsâ’adekâr: hoşgörü sahibi

[225] Cermen: Germen

[226] mürebbî: eğitici

[227] bî-taraf: tarafsız

[228] mefkûre: ülkü

[229] hudûd: sınır

[230] mu’ayyen: belirli

[231] gaiyyet: gaye

[232] ibtidâ’: ilkin, en önce

[233] semiyye: sop, klan

[234] ibtidâî: ilkel

[235] sulh: barış

[236] ibtidâî: ilkel

[237] tekâmül: ilerleme

[238] semiyye: sop, klan

[239] frateri: phratrie

[240] müttehide: birleşmiş, birleşik

[241] medîne: şehir

[242] tesmiye etmek: adlandırmak

[243] menfî: olumsuz

[244] müsbet: olumlu, pozitif

[245] mukâvele: sözleşme

[246] sulh: barış

[247] istinâd: dayanma, güvenme

[248] müşterek: ortak

[249] tekrîm: saygı gösterme, ululama

[250] esâtîr: masal nevinden şeyler, mitoloji

[251] mefkûre: ülkü

[252] semâvî: göğe mensup

[253] te’essüs etmek: kurulmak

[254] nefh: üfleme

[255] ilkâh: dölleme

[256] ta’mîk: derinleştirme, inceleme

[257] tafsîlât: ayrıntı

[258] beyne’l-milel: milletlerarası

[259] hayır-hâh: iyiliksever

[260] hayr-kâr: hayırlı

[261] harsî: kültürel

[262] sâir: başka, diğer

[263] müterâdif: eşanlamlı

[264] mefhûm: anlaşılmış, kavram

[265] teşkîl etmek: meydana getirmek

[266] ma’mâfîh: bununla birlikte

[267] ihsân etmek: bağışlamak

[268] beyne’l-mileliyetçilik: milletlerarası birlik

[269] teşekkül etmek: kurulmak

[270] a’zâ: üye

[271] tekemmül: olgunlaşma

[272] cürsûme: dip, kök

[273] hars: kültür

[274] hulâsa: kısaca

[275] fi’liyyât: gerçekten işlenilen işler

[276] gayr-ı mümkün: mümkün olmayan, imkânsız

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu